25.9.07

Bir dizgi hatası


Kâh yağmur vardı, kâh karanlık dışarıda. Kapıyı çalan arkadaşımı içeri almakta hiç de acele etmediğimi hatırlıyorum. Sırılsıklam yağmurluğundan yerlere akan su damlacıkları ve gökgürültülü gecenin sokaklarından getirdiği çamurlu ayak izleri apartman görevlisini hiç de memnun edeceğe benzemiyordu.

Çatı katındaki dairemde kabuğuma çekileli birkaç hafta olmuştu. Dış dünyayla ne ölçüde kesebildiğimi kestiremediğim bağlantılarıma bu ziyaret yeniden hayat vermişti ne olursa olsun. Kendimi son zamanlarda göreceli olarak daha üretken ya da daha az steril bulmaktaydım yine de, gizemli bir hava verme çabalarımın boşa çıktığı bu münzevi dönemimde. Şubat ayında çıkagelen bahar havası içimi ısıtmalıydı aslında, fakat böyle bir ihtiyaç hissetmiyordum.

İçeri buyur ettiğim arkadaşımla birbirimize pek bir söz söylemeden, sanki üzerine düşünülebilecek tüm varoluşsal sorunlar hakkında yeterince kafa patlatmış ve mümkün olan tüm bilgilere ulaşmışçasına bir süre bakışarak o günkü ikinci sigara paketimi bitirdik. Masamdan kalkıp aynada kendine baktı uzunca. Hayır, kendini seyretmekten zevk aldığından ya da ben gerçekten ben miyim diye aptalca bir soru sormak için değil. Olmak istediğine ulaşmaktan ne kadar uzak olduğunu görmek istiyordu. Her zamanki yağlı ve kepekli saçları, belli belirsiz uzayan sakalı ve tüm yalnızlığıyla karşımızdaydı. Aynada hemen yanında yerimi aldım.

İkimizden de ayrışan bir parça yoktu, kendimizi ötekilerde gördüğümüz gerçeğini saklamayı beceremiyorduk sadece. Sıkıntılarımızı diğerlerine yansıtmayı beceremediğimiz gibi. Bana sahip olmak istediği sevgilinin hayaliyle yaşamanın ne kadar güçten düşürücü olduğunu anlattı. Onu dinlemeye koyuldum: "Sahip olmayı kurduğum sevgilinin hayaliyle yaşamak beni güçten düşürüyor. Somut bir adım atmaksa kolay değil, ama boş hayaller ve yanılsamalarla daha fazla devam edemeyeceğimin farkındayım. Bu kuru cümlelerin ve görünürdeki mutluluğumun ötesinde saklı büyük sorunlara sahip olmalıymışım gibi geliyor. Sanırım daha fazla içime kapanmanın peşindeyim. {...} Kadınları tanıma çabasına girmekten vazgeçtim, kaç tanesini daha unutmam gerektiğini düşünüyorum şimdi, yeni bir birlikteliği mümkün kılmak adına. {...} Aradıklarım odamda değil, tabii ki dışarda. Bencilliğimi ve kendimi tatmin etme uğraşlarımı önemliymiş gibi göstermeyi bırakıp, kurtulamadığım bu boşluk ve sonsuzluğa yoğunlaşmalıyım. Norveç'e Munch'un izlerini takip etmeye gitmeliyim. Yalnızlığımı, doğanın sessizliğini, her ilişkide kendimi kurban olarak konumlandırışımı, boğucu kalabalıkların taşıdığı hikâyeleri düşünmeye ihtiyacım var."

Elimden geldiğince anlayışlı olmaya çalıştım:

- Güzel. Orjilerde aradıklarını bulamaman beni rahatlattı doğrusu. Aşk bir hedefse eğer, burada sahiplenme dürtüsünü sezinlediğinde arkana bakmadan kaçman gerekir. Demek istediğim, çözüm benliğini sevginden soyutlamakta olabilir. Herhangi bir aidiyetin yokluğunda toplu cinsel eylemlerde bulmaya çalıştığın ve daha evrensel bir boyutta olduğunu varsaydığın mutluluğu mutlak bilinmezlerde aramaya da lütfen kalkışma. Evet, burada ölümü kastediyorum.

Omuz silkmekle yetindi. Zaman ve uzamdan bağımsız, kendine yeter bir boyutta yaşadığımıza inanmakta her zamankinden daha ısrarcıydı.

13.9.07

Genç bir dişçiye mektup


"Meslekler ya sanat kökenlidir ya da bilim. Sanatçılar estetik için uğraşır. Onların fonksiyon kaygıları yoktur. İçimizde güzel duygular uyandıran Venüs heykelinin bir bardak su getirmesini kimse beklemez. Bilim adamlarıysa bizim hoşumuza gidip gitmemesiyle ilgilenmeksizin sadece gerçeği bulmakla meşguldür. Sonra da bulduklarını insanlık yararına fonksiyonel hale getirmeye çalışırlar. Estetik pek dertleri değildir {...} diş hekimliği denen bu eşi benzeri olmayan meslek, sanatla bilimi buluşturur. Diş hekimi hem sanatçı hem bilim adamıdır. {...} Dişlerden önce ruhlara dokunur. {...}" gibi ifadeler kullanarak gelecekte muhtemelen icra edeceği meslek olan dişçiliği kendine göre de son derece haklı nedenlerden ötürü yücelten bir arkadaşıma yazdığım cevap metninin tamamını aşağıda aktarıyorum:


"Öncelikle severek yapacağın mesleği şimdiden seçmiş oluşunu görmenin çok sevindirici olduğunu söylemek istiyorum.
Eğri oturalım doğru konuşalım gibi saçma bir cümle sarfetmek ya da bilim ve sanat dallarının Aristocu bir sınıflandırmaya tâbi tutuluşunun ne kadar anakronik olduğunu açınlayarak ukalâlık yapmak bir yana, sanatla bilimi buluşturma çabana eklemek istediğim birkaç şey var; belli kavramsal incelikleri ve fark edilmesi pek de kolay olmayan bazı çelişkileri biraz açmaya çalışacağım.

İlk olarak, sanatçının bilimadamına kıyasla muazzam bir özgürlük alanına sahip olduğunu biliyoruz. Bilimadamının ve daha tikel bir düzlemde dişçinin kendini soyutlayamayacağı ve yaratıcılığının sınırlarını belirleyen birtakım nesnel veriler (öznelliğinin sınırlılığının nesnel bir olgu oluşu göz önünde bulundurulursa) söz konusu. Oysa, soyut sanatın mümkün tanımlarından birçoğu bu sözümona olgunun inkârına dayanmakta. Bu noktada dişçinin bir hekim olarak hastalarına karşı belli başlı ahlâkî yükümlülüklerinden bahsedebiliriz. Buna karşın sanatsal yaratıcılıktaki serbestlik her tür etik dayatmadan kendini bağımsız kılabileceği (ve kılması gerektiği) gibi, bu alandaki özgürlüğünü yalanı özümsemeye ve daha ötesine götürebilir.

Bunun ardından, sanattaki işlevsellik (fonksiyon) kaygısı sorunsalına kısaca değineceğim. Sosyal bilimlerde fonksiyonalist tezler 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinden beri geçerliliklerini yitirmiş olsalar da, sanat eserleri için herhangi bir sonluluk teşkil etmeyen işlevsellik konusundaki görüşler oldukça göreceli ve tam bir fikir birliğine varmaktan uzak olarak kabul edilebilir. Göz zevkini ve sezgisel ve ani estetik bilgisini geliştirmenin herhangi bir işlevsellik taşımadığını olumlamak pek de kolay değil. Sanat eserlerini gözlemlemenin ötesinde doğru da algılamanın öneminden ileri gelen bu olgu, sanatta yaratımın özünde olmasa bile, bu sözümona (sanat için hiçbir şekilde bir amaç oluşturmayan) işlevsellik sanat eserinin aleniyetinin beraberinde getirdiği sonuçlardan ayrılamaz diye düşünüyorum. Burada karşı bir görüş belirtmek için Marcel Duchamp'ın öncülüğünü yaptığı "ready-made" nesnelere (bkz. Duchamp'ın "Richard Mutt" adıyla 1917'de imzaladığı pisuvarı) dayalı kavramsal (konseptüel) sanattan bahsedilebilirdi, ama bu kadarıyla yetiniyorum.

Bilimin nesnel ilkelerine ve bulgularına dayalı bir meslek icra ederken dahi, insanın kendi öznelliğinin sınırlarının dışına çıkmasının mümkün olmadığını dikkate alırsak, bir dişçinin öznel yaratımının payının, mesleğinin işlevselliğine oranla pek bir önem taşımadığı söylenebilir. Amma ve lâkin, burada senin dâhiyâne inisiyatifin devreye girerek, tıbbi alanda meslek aşkından ve ilk günün coşkusundan ileri gelen şairaneliğin, tinsel ve yaratıcı çabaların pekâlâ mümkün olduğunu vurguluyor. Bu son cümlemin herhangi bir işlevi varsa şayet, bu da seni teselli etmesidir."

12.9.07

Bu bir yıldönümü


Bugün alışılmışın dışında bir stil kullanıyorum (yıllardır yazdığımı iddia ettiğim sanılmasın, kendimi alıştırdığım tarzın dışına çıktığımı söylemek istiyorum). Zaten bugün herhangi bir gün de değil. Salvador Allende ve hükûmetine karşı 1973'te alçakça yapılan darbenin yıldönümünü (11 Eylül) sonralayan başka bir darbenin yıldönümündeyiz. Şili'de ne yazık ki gerektiği gibi yargılanamadan geberen Pinochet'nin ölümünden sonra ilk kez darbenin ve askeri diktanın kurbanları anıldı.

Sürekliliği halen sağlanmaya çalışılan 12 Eylül'e karşı gözlerimi açmış olsam ve devasa bürokratik engellerin karşısında en azından düşünsel boyutta direnç göstersem de, bunlar elbette yetersiz.

Yakın geçmişte insanları idam etmek için yaşlarını büyütme cüretini göstermiş bağımlı yargı sisteminin çağ atlayarak kendilerini yargılayıp mahkûm edeceği güne kadar günümüzde halen yaşamayı becerebilen Evren ve birtakım darbe arkadaşlarının Pinochet gibi gebermemelerini temenni ediyorum. Bu gerçekleştiği takdirde kazanılmış tarihi ve simgesel bir zafer olarak addedilebilir, öyle de olacaktır. Fakat, faşizme (bu kelimenin enflasyonuna tepki göstermekle birlikte, mevzu-i bahs konuda farklı bir ifade kullanabilmem mümkün değil) karşı verilecek en kritik mücadele iç dünyalarda gizlidir, gündelik hayatın sıradanlığından ve duyarsız olunanlardan geçer; çünkü Bachmann'ın dediği gibi "faşizm atılan bombalarda başlamaz, iki kişi arasında başlar".

11.9.07

Konu dışı serbest çağrışım veya kadavralar üzerine


Lacan'ın bahsettiği, mutlaka bir yolunu bulup geri dönecek olan "usûlüne uygun gömülmemiş ölüler" ile Fransızcadaki "dolaba saklanan cesetler" (ilgilenenler için “les cadavres dans le placard“) deyişi (bir nevi halı altına süpürülmüş sorunlar silsilesi) arasındaki fark nedir? Tüm bunlar işte bu soruyla başladı.

Bu sözümona ifadeleri simgesel ve reel bağlamda incelemek pekâlâ mümkün. Ölüye karşı duyulması beklenen saygıya vurgu yaparak ne bir yere varabilir, ne de bu karşılaştırmanın güçlüklerinden sıyrılabiliriz. Her iki durumda da, ancak geçici olarak hasıraltı edilebilmiş sorunların er ya da geç su yüzüne çıkmaları söz konusu. Usûlüne uygun gömülmemiş ölülerde kalıplaşmış davranış biçimlerine çok vahim boyutlarda olduğu varsayılabilecek bir uygunsuzluk olsa da, ölülerin gömülü oldukları yadsınamaz. Usûlüne uygun gömülmemiş ölüler geri döndüklerinde, bu bir ölçüde kişisel intikamları olmakla birlikte, levazımatçıların veya ailelerinin kendilerine bilinçsizce ve sorumsuzca kazdıkları kuyuya düştüklerinin de apaçık bir göstergesidir. Dolaba saklanan cesetler ise büyük oranda ihmalkârlık ve sonuçları önceden kestirilememiş devekuşu politikalarından ötürü (burada biyolojik veya kimyasal faktörlere hiç girmeyeceğim, havasız ortamda oluşan çürütücü, bakteriyel ve asalak bilumum unsurun hücreleri yavaşça dağıtışından ve bu süreci hızlandırıcı aseptik etkiye sahip asit türlerinden hiç sıkılmadan bahsedebilecek olsam da) bir müddet sonra kokuşmaya başlarlar. Burada son derece basit bir saptamada bulunulabilir: dolaba saklanan cesetlerin asıl derdi gömülmektir ve gömütsel uzama geçiş için öncelikli olarak herhangi bir usûl arayışı içinde kesinlikle değildirler. Bu aşamada yüzlere çarpması, kafalara dank etmesi gereken nekropol özlemidir, kabristan arzusudur, olmayanın arayışıdır, ve bu bağlamda verilen mesaj imkânlar dahilindeki tek olasılık gibi görünen kokuşma olgusu sayesinde iletilir.

Usûlüne uygun gömülmemiş ölüler daha çok bilinçaltıyla ilintili vicdani bir baskı oluşturmakta ve her tür, yerli yersiz zombi korku ve fantezilerini beslemekteyken, dolaba saklanan cesetler kendinden soyutlanılması neredeyse namümkün bir somut olgu teşkil etmektedirler, yani bazı koşullarda içgörüye başvurmak gerekebilir. Kısacası, ilk durumda elimizde ahlâki ve zahiri bir görünüme sahip, mütemadiyen inkâr edilen bir ikilem varken, ikinci durumda ise tamamen kurtulunması gereken ve nasıl başa çıkılacağı da pek bilinemeyen, misafirlere "bu hafta iç çamaşırlarını yıkadığından emin misin?" sorusunu sordurabilecek pratik problemlerle karşı karşıyayız.

9.9.07

Sokaktaki adam


Onun için sokakta yürümek (birçok insanın beyinciğini kullanarak rahatça yerine getirebildiği bir eylem) büyük bir sorundu, huzurunu kaçıracak ve beynini saatlerce meşgul edecek derecede.

Tek başınayken, sık sık gün içinde, insanların caddelerde topluca, her zamanki gibi kayıtsızca yürüdükleri ve bir yerlere yetişebilmek için acele ettikleri veya böyle yapıyormuş gibi göründükleri bir günde, önünde yürüyen insanları geçebilmek için çabalayıp duruyordu, kendini rahatsız eden birşey vardı. Önünde yürüyenlerin kendisi tarafından izlendiklerini düşündüklerini sezinleyerek, bu garip düşüncenin yersiz çıkması için önünde kaldırım taşlarını rahatça görmeyi arzuluyordu. Nedense her zaman olmayanı arzuladığını, yapmakta olduklarını hiçbir zaman arzulayarak yaşamını sürdüremediğini hatırlayıverdi birden.

Bu tuhaf adamın peşinden gelenleri göz ardı etme hatasına da düşmemek gerekir. Bu insanların varlığı da ona takip edildiği hissini verirdi. Bu da tempolu ve sürekli yönünü değiştirerek yürümesine yol açıyordu. Sık sık tek başına yürüdüğü gibi, bazı bazı arkadaşlarıyla sokakları arşınlamak zorunda kalabiliyordu. Dostları rahatlamasını sağlasalar da, yanlarında birilerine çarpmadan yürüyebilmesi pek kolay olmuyordu. Bir keresinde istemeden çarptığı bir adamın hunhar omuz darbesi tarafından karşılanmış ve loş bir caddenin çamurlu zeminiyle acılı bir temas yaşamıştı.

Ne zaman dışarı çıksa, kendi kendine yarattığı, önemsiz görünen, fakat tüm gününü mahveden bir sorunla karşılaşıyordu.
Bu konuda birkaç kişiyle konuştu, ama verilen tavsiyeler işe yarayacak türden değildi. Ellerini ceplerinde tutması, kaldırım taşlarını sayması veya derin nefes alarak yürümeye devam etmesi gerektiği gibi, aptalca bulduğu ve daha önce de muhtemelen denediği tüm bu çözümsüz çözümler umursamazlıkla söylenmişti.

Keyfi yerindeyken, genelde müzik dinlerken, hava şartlarına uyum sağlamış ve etrafında gördüklerine hayran kalabilirken,
takıntılarından soyutlanmayı başarabiliyordu. Bunu her zaman yapabilmesi pek mümkün görünmediğinden kesin bir çözüm üretmeliydi.

Sonunda günleri sayılı saplantılarını yenmeyi başardı, takıntılarının tüm kozlarını kendine karşı kullanarak, herhangi bir dış mihraka başvurmaksızın.

Önünde yürüyenlerin arkalarında varlığını duyumsadıkları anda, takip edildikleri için paniğe kapılacakları ve kendisinden bir an evvel uzaklaşmak için büyük bir çaba göstereceklerine inanmıştı. Bulunduğu içinden çıkılmaz durumu yaratan paranoyasından kurtulmayı, bu yersiz korkulara aslında ötekilerin sahip olduğuna kendisini ikna ederek becermişti. Gerçekten de (bir devekuşunun olup olmadığı önemsiz) kafa sağlığına kavuşabilmişti, gerisi ötekilerin sorunuydu.