7.10.07

Kayıp elyazmasının peşinde

Bir 17. yüzyıl silsilenâmesi.



Yaşanan uzun süreli paniğin ardından kütüphaneciler biraz sakinleşince beni kışkışlayarak bölümün belli olmayan bir tarihe dek kapalı kalacağını söylediler. Bu olayı takip eden haftalar boyunca elimden kaçırdığım metin hakındaki araştırmalarıma hız verdim. Birçok uzmanla yaptığım konuşmalar sonrasında şu sonuçlara vardım:

1) Elyazması tahmin ettiğim gibi sahteydi ve 17. yüzyılda Kâtib Süleyman tarafından üretilmişti. Enderun'da yetişen Süleyman, Saray'ın kâtiban sınıfının istinsahçıları arasında yer almış ve kıskançlıkla Mustafa Nâim'in Divân-ı Hümâyûn kâtipliğinden vakanüvisliğe kadar yükselişini izlemişti. Meslektaşlarının aksine, Padişah'ın beğenisine sunulacak eserleri çoğaltmak kendisini kesinlikle tatmin etmiyordu, çünkü gözü vakanüvislikteydi. Resmi tarihyazıcılığına adım atmasının mümkün olmadığını anlayınca, kendini sahte belgeler üretmeye vermişti. Dönemini sonralayan araştırmacıların bir kısmına belli konularda yanlış iz sürdürmeyi başarsa da, 18. yüzyıldan itibaren tezgâhladıkları yavaş yavaş ortaya çıkmıştı (Nâimâ'yı Mora'da kimin öldürtmeye çalıştığı ise hiçbir zaman açıklığa kavuşamadı).

2) 19. yüzyıl pozitivizminin gerektirdiği üzere sadece özgünlüğü kanıtlanan belgeler üzerinde emek harcandığından ötürü, Kâtib Süleyman'ın meydana getirdiği belgelerin korunmasına fazla önem verilmemişti. Eyüp Sultan'ın naaşıyla ilgili metnin bahsi 1801 tarihli bir çalışmada geçiyordu, fakat bugüne kadar benim birkaç hafta önce elimde tuttuğum elyazmasını okuyan olmamıştı! Metin iki yüzyılda efsanevi bir statü kazanmış, uzun bir süre arandıktan sonra da unutulmuştu.

Uzun bir dönemi sürekli bir şaşkınlık haliyle geçirdim. Kütüphanede aldığım notları tekrar tekrar okudum, tüm bunlar bir hayal ürünü olamazdı! Madem iki yüzyıl sonra elyazmasını tekrar okuma şansını elde eden kişi bendim, bunu kanıtlama imkânım nasıl esrarengiz bir biçimde uçup gitmişti?

Millî Kütüphane'nin 15 yy. Doğu elyazmaları bölümüne kaybolan belgenin referans numarasıyla geri döndüm ve hiçbir şey olmamış gibi gerekli kâğıtları doldurarak istekte bulundum. "Yarım saat sonra mösyö" dediler, masamda beklemeye başladım. Zaman dolduğunda gişeye geri döndüm, elyazması bulunmuştu! Hiç istifimi bozmadan hemen yerime oturdum ve kitaplığın her elyazmasına istisnasız olarak giydirilen siyah cildin kapağını çevirdim: Önümde, Bosna'da kahramanca savaşmış bir paşaya II. Mehmed tarafından Manisa yakınlarında emekliliğinde geçimini sağlayarak asker yetiştirmesi için bahşedilen arazinin, paşanın ölümüne kadar geçerli vekâletnâmesinin bir kopyası vardı!

Derhal bölümün sorumlusuna giderek geçen ay kaybolan elyazmasıyla ilgili gelişmeleri sordum. Neden bahsettiğimi hiçbir şekilde anlamadığını ve böyle bir hataya izin vermeyecek kadar titiz çalıştıklarını söyledi. Hikâyemi anlattıktan sonra, aynı numarayla farklı belgelere birkaç haftalık bir süreyle ulaşmış olmamda şaşılacak birşey olmadığını, çünkü envanteri yenilediklerini belirtti. Yeniden düzenlenmiş katalogları birlikte tarayarak Kâtib Süleyman'ın metnini aradık, ama nafile. Kütüphaneciler büyük olasılıkla komplo teorileriyle uğraşan ve aradıklarını bulamadan kös kös geri dönenlerden olduğumu düşünmüş olmalılar.

O gece oldukça huzursuzdum, tüm bunların ne anlama geldiğini düşünerek sabaha karşı uykuya daldım. Gördüğüm kâbusun gerçekliği konusunda en ufak bir tereddütüm olmadı, hayal ürünlerinin gerçek hayatla bütünleştiğine tanık olduğum hayatımın bu evresinde. Lâle şeklindeki türbanı, bakımlı uzun sakalı, lacivert atlastan kaftanıyla Kâtib Süleyman konuşuyordu. "Şek ile yakîn zail olmaz (kuşku gerçeği ortadan kaldırmaz) der hukukçular, demek sende öyle mübârek bir şüphe varmış ki (senin de sayende) gerçekliğin bir parçası haline gelen sahte belgemi yok ediverdi", iğrenç bir kahkaha atarak devam etti:

- Yazının ve kütübün nelere kadir olduğunu gördün, tarihin akışını olmasa da gelecekteki yazımını değiştirebilirsin. Benimle olduğunu söylemen kâfi!

*

Beş yıl sonra Semerkand'a gittim. Uluğ Bey medresesinin etrâfına tüneyen tarihi eser kaçakçıları yabancı olduğumu saptayınca birkaç aşamada benimle konuşmayı denediler, elyazmalarıyla ilgilendiğimi öğrendikten sonra içlerinden birini benimle yalnız bıraktılar. Bu insanlara karşı tutumum hep ikircikli olmuştur, her zaman polise haber vererek eserleri müzelere geri kazandırmakla kendim sahiplenmek arasında kalırım. Bu kez tercihim ikincisinden yana oldu. Birlikte eski şehrin sınırları içinde kalan köhne bir binanın bodrumuna indik. Birkaç yıl önce sarartılmış papirüslere çiziktirildiği çok belli olan minyatürlü hikâyelerin arasında Kâtib Süleyman'ın kayıp elyazmasına rastlayacağımı asla tahmin edemezdim. Kalbim duracak gibi oldu, ama bozuntuya vermedim, fazla heyecan bana pazarlıkta kaçınılmaz olarak kaybettirirdi. Çok fâhiş olmayan bir fiyata kotardığım belgeyle bir an önce oradan uzaklaşmak üzere yola koyuldum. Üç saat sonra izimi kaybettirdiğimden emin olunca, otelime geri döndüm, ama şehri hemen terk etmedim.

Ertesi hafta elime geçen bir gazetede, resmi makamlara Semerkand'da yıllardır kök söktüren bir tarihi eser kaçakçılığı şebekesinin tüm üyelerinin arkalarında hiçbir mesaj bırakmadan topluca intihar ettiklerini okudum.

6.10.07

15. yüzyılda aylaklık ya da kütüphanede bulunamayan huzur

Nizami'nin Leyla ve Mecnun'undan bir minyatür, Timurlenk Afganistanı, 1432 tarihli.


Geçenlerde Paris'te konuşlanan Millî Kütüphane'de (Richelieu siti) 15. yy. Doğu elyazmaları bölümünde, sahte olduğundan ve yanlış klase edildiğinden şiddetle şüphelendiğim şu belgeyle karşılaştım:

"İstanbul'un fethinin ardından Eyüp Sultan'ın naaşını bulmakla görevlendirilen kafilede bulunuyordum. Diğerleri bazı metinlerde bahsi geçen bölgeleri eşeleyedursun, ben arama çalışmalarının ikinci gününde, Dördüncü Haçlı Seferi'nde şehir surlarının yanı başında can verdiğini tahmin ettiğim bir askerin kemiklerini keşfetmiştim. Ne yazık ki o dönemde Karbon 14 türü yöntemlerle bu varsayımı doğrulamam imkânsızdı. İtalyan sitelerinin emrindeki paralı askerlerden olmadığından emindim yine de. Rumların sırrını yüzyıllar boyunca korumayı başardıkları, güherçile ve bitüm karışımından elde edilen ve özellikle su üzerinde kullanılan Bizans ateşiyle ("græcus" diye de bilinir) yandığını sanıyordum.

"Kendisine cennette sağlanacak yerde Mesih'le kuracağı bağlara dair boş vaatlerin etkisinde Konstantinopolis'in yolunu tutmadan, büyük ihtimalle Normandiya'daki ailesini köyün papazına emanet etmişti. Şehit mertebesine yükselişiyle birlikte köyündeki rakiplerinden en bonkör teklifi yapan da, dul bıraktığı eşini sahiplenmişti muhtemelen. Mal varlığının bir kısmı da şüphesiz ailesine seferde olduğu süre boyunca koruma sağladığı gerekçesiyle köyün papazına gitmişti, hayır işlerine harcanmak üzere.

"670-72 Arap kuşatmasında burada düşen Ebu Eyüp Ensari'nin naaşını bulduğum yalanını söyleme cesaretini gösteremeyerek, kazdığım çukura kemikleri yerleştirdim ve üzerlerini toprakla örttüm; kısa günün kârı ise sabah bulduğum altın Bizans sikkeleriydi ("Basileus tôn Romaiôn"), tam 3 nomismata!

"Sultanımızın zât-ı şâhânelerinin (El Muzaffer Daima!) erkânından fethin ertesinde geldiğini sandığı bir vahiyle bizi şehir surlarının ilk delindiği (Cenevizliler sağolsunlar) noktada Peygamberin yoldaşını aramaya yollayan şeyh, bu kez kendi gelmeye karar verdi. Aya Sofya'da kıldığı yatsı namazının ardından, imparator kapısından dünkü ılık ve hafif esintili yaz gecesine çıkarken, aniden irkilerek geri dönmüş ve Aya Sofya'da kimsenin karşı koyamadığı gibi bakışlarını yukarı kaldırdığında beliren Pantokrator İsa'nın Ensari'yi nerede bulacağını söylediğine şahit olmuştu. Bu benim Haçlı Norman'ı gömdüğümün ertesi günüydü. Şeyh eliyle koymuş gibi eski Kaligaria kapısının kuzeyinde aşağı yukarı benim Norman'ı gizlediğim noktayı işaret etti. Gösterdiği yerin açılmasını emretti ve orada bulunanlar gözlerine inanamadılar. Şeyh böylece Başmüneccimliğe terfi etmişti. Neyse, hikâyenin geri kalanını biliyorsunuz, daha sonra önemli bir hac yeri haline gelecek türbenin inşası, vesaire vesaire.

"Şeyhin çıkarttığı kemiklerin Norman'a ait olup olmadığını doğrulamak üzere Ayvan Saray tarafından şehir surları dışına çıkmaktan her zaman istinkâf ettim. Bu tedirgin edici konuyu müphemiyette bırakmak en iyisiydi.

"Kendimi din dışında neyi tinsel bulduysam ona verdim. Mûsikîyle uğraştım. Bir sonraki senenin Safer ayında "Bir beste olarak ezan: diyanet işleri dışı bir tetkik" başlıklı bir risâle kaleme aldım. Bol olan boş vaktimde risâlemin nüshalarını mümkün mertebe çoğaltıyor, daha sonra da müsait ve tenha oldukları vakitlerde (bu tam da Rumların "kairos" dedikleri şey olsa gerek) camilere sızıyor, imamın odasındaki elyazmalarının arasına usûlca bırakıveriyordum. Ulemâ ile başımın derde girmesi için fazla beklemem gerekmedi. Karşısına çıkarıldığım Galata kadısı beni Sırbistan cephesine (kışın ortasında) sürülmekle cezalandırdı*. Huzurlarından çekilirken, rahmetli pederimi tanıdığı için (Edirne'de aynı medreseye gitmişlerdi) bir defalığına müsamaha göstererek bu hükme vardığını ekledi [...] "


Gün boyunca hiç rastlamadığım bir kütüphaneci başımda dikilmiş, kapanış saatinin geldiğini haykırmaktaydı. Gerçi hakkı vardı, ama okuyamadığım bölümlerin fotokopisini çekmeme izin vermesini beklerdim en azından.

Bir ay sonra okumama geri dönebilmeyi umarak 15. yy. Doğu elyazmaları bölümüne tekrar gittiğimde, önce özel iznimle ilgili sorunlar çıkarıldı. Geçen defa teslim etmek zorunda bırakıldığım elyazmasını tekrar istediğimde, yaklaşık bir saat boyunca günün ilk okuyucusu olduğum salonda kütüphaneciler arasında büyük bir kaos yaşandı. Neler olduğunu sorduğumda, önce cevap vermek istemeseler de, sonunda göz atmak istediğim eserin kaybolduğunu itiraf etmek zorunda kaldılar.

(Devamı yakında)
______________

5.10.07

Fütürizm* üzerine düşünce fragmanları

Gino Severini, Silahlı tren, 1915.

- [...] zaman ve mekânı bireyden bağımsız, aşkınsal (transandantal), zorunlu ve objektif bir gerçeklik olarak değerlendirmek pek de tutarlı sayılmaz, çünkü tam aksini kanıtlamak da mümkün. Zaman ve mekânın gerçekliği ve varlığı, zaten bireysel algının kendi öznelliği sayesinde gerçeklik kazanmakta. Yani, evrensel olan bu gerçekliğe ve sonsuzluğuna asgari düzeyde bir nesnellikten dahi yoksun olarak ulaşılabilir. İnsan her ne kadar sonlu bir varlık halinde ortaya çıksa da, varoluşu sonsuz nitelikteki zaman ve uzamın kaçınılmaz bir parçası. Dolayısıyla, sanatsal yaratımı da öyle kabul edilebilir. İster istemez sonsuzlukta konumlandırılan bireysel yaratıcılığın da, kendini güçlendirmek adına her türlü gerçekliği mümkün kılan ve sübjektif algı tarafından varolması sağlanan zaman ve uzamdan kendini soyutlamasının pek bir manası, daha doğrusu imkânı yok.

- Fütürizmin günümüzdeki uzantıları, Maleviç tablolarının ya da Mayakovski şiirlerinin çok daha ötesinde. Bu düşünsel plandaki bir tür kalıtsallık. Basit bir fikirler tarihi arkeolojisi yürütüldüğü takdirde, günümüzde Shoah'nın ya da insanlığa karşı işlenmiş diğer suçların inkârının, "insanlığın" tek ilacının savaş olduğunu savunan ve İtalyan faşizmiyle sıkı bir işbirliğinde bulunan ilk dönem fütüristlerinin tüm geçmişi imha etme çabasıyla büyük benzerlikler taşıdığı görülecektir (Mussolini'nin Roma İmparatorluğu'nun ihitişamını geri getirme arzusuna değinilerek kısmen haklı bir itirazda bulunulabilir, ama faşizmin baştan aşağı yeni bir insan yaratma hırsı unutulmamalı). [...] geçmişin içeriğinin ve yaşanan ana tesir etmekte olan sonuçlarının lağvedildiğine inanmak, en iyi ihtimalle kendine birtakım masallar anlatmaya çalışmakla özdeşleşebilir. Mutlak olgular ve tarihsel bellek üzerinde girişilen deformasyon, inkâr, çarpıtma, hiçe indirgeme çabasının tahribatı özellikle vicdanlar, masum dimağlar ve bulundukları anı yaşamaya çalışanlar için devasa boyutlarda.

- Ancak fütürizm, sadece ilerleme adına kendini sürekli bir yenileme ve gelişme sürecinde bulunan, insanlığa hizmetin fazlasıyla ötesindeki teknolojinin süratiyle ilgili iddialarında büyük ölçüde haklı çıktı. Sınırsız ve ebedi, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin düşünce ve siyaset için erişilmez bir hale gelen ve ancak onlarca yıl geriden takip edebildiği sürati bu. [...] öncelikli varoluş nedeni ilerleme için ilerleme olan ve saldırgan bir yayılmacılık izleyen ve dünyayı görece düzeyde şekillendirmekte olan türde bir teknoloji söz konusu.

- [...] 1909 bildirisinden bir yy. sonra bugün fütürizm, yıkımını kurduğu tarihin bir parçası artık. Başka türlü dendikte, günümüzde yeni bir akım, benzer bir tutum sergilemek istese, kurtulacağı ve yerle bir edeceği geçmişin bir parçası da aynı projenin öncüsü fütürizm olurdu. [...]


____________________
* Burada Marinetti'nin 20.02.1909 tarihinde "Le Figaro"da yayımlanan "Fütürizm Manifestosu"nun belli maddeleri esas alındı.

4.10.07

Türk devlet geleneğinin devamlılığı ve hâlâ güncelliğini koruyan bir dörtlük


"Belimizde kılıcımız kirmâni
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
"

Dadaloğlu