22.8.08

Son Cankurbansal intihar mektubunun ilk bölümü

Zaman ve mekân içindeki sınırlılığınızı sona erdirmek için köktenci ve geri dönüşü olmayan bir yola başvurdunuz. Başka bir boyutta benzer hatlarda veya farklı biçimde tecelli eden sınırlılığın yokluğuna ilişkin hiçbir güvenceniz yoktu oysa.
Kendi yaşama sevincinizi yabana atma işini kotarmıştınız belki, ama yakınlarınıza çektirdiğiniz acılardan dolayı duyduğunuz vicdan azabını baltalamayı başaramadınız.
Yazılarınızda Breton'un Descartesçı akılcılığa karşı Hegel diyalektiği veçhesinden oturtmaya çalıştığı aklın göreceli eleştirisini doğrunun bilimin sınırlı nesnelliği dışında da araştırılabilmesi adına savundunuz. Niyetiniz aklı görece değil salt bir eleştirimden geçiren yarı-aydınlardan sıyrılmaktı. Tüm bunlara karşın, tinselliğinizin azgelişmişliğinden kurtulma iddianızı kaybettiniz; bunun bedelini bağnaz rasyonalizminizin (!) sizde oluşturduğu sakat kalmış yaratıcılığınızla ödediniz.
İçgörü seanslarıyla kendinizi ve onları daha iyi tanıma uğraşını derinleştirmekten korktunuz; zaman ve mekân sezgilerini yitirmiş, gerçekliği hayal dünyasından ayırt edemeyen, sanrılarının akıntısında boğulan ruh hastaları haline gelme endişeniz ağır bastı. Varolmayanı ya da olmaması gerekeni içselleştirmenin önceden kestirilemeyecek sonuçlarını kucaklamayı bilemediniz. Burada anlamadığınız şey bilinçdışında kalanların da hümanizma adına içselleştirilenler arasında yer aldığıydı.
Bunların dışında maddi dünyayı yeniden inşa etmek üzere yıkarken yararlandığınız septik tutumunuz üzerinde sahip olamadığınız hakimiyet sizi çökerttiğiniz yapıların harabeleri altında bıraktı. Toz, kül ve talaşa bulanınca daha net görebildiğinizi, gömlek temizliği kontrastı üzerinden farklı dünya görüşlerini anlayabildiğinizi sandınız; fakat bu dönemde en iyi yaptığınız şey Jankélévitch'in felsefeyi tanımlarken bahsettiği "şu küçücük bilmemne" ya da "neredeyse bir hiç" hakkında günde birkaç saat konuşmaktan öteye gidemedi. İşin kötüsü, bu vaziyetinize pek gurur duyduğunuz alaycılığınızla yaklaşmayı aklınızdan bile geçirmediniz. Kara mizahın yıktığı alay edilenle alay edenin yekpare bir bütün oluşturmaları ara sıra görülen bir olgu olmakla birlikte, her seferinde iki farklı süreç ve yöntem uygulama ve izleğini de kesinlikle gerektirmeyebilir (bkz. özalay durumu).
Hayatınız boyunca yazdıklarınızı, bir gün keşfedilerek basılacaklarını bilerek, kendi sonluluğunuz ve bireyinizin ötesinde var olmaya devam etmemek için, başka bir deyişle mutlak ölüm arayışına girerek yaktınız. Daha önce de belirttiğim gibi, geçeceğiniz boyutta herhangi bir yaşam formuna girip girmeyeceğinize dair hiçbir bilgi ve fikriniz yok. Bu barbarlığınıza karşın, sizi tek bir husustan dolayı kutlayabilirim: Ölümünden sonra tüm taslak ve elyazmalarının yok edilmesini vasiyet ederken, bunun tam tersinin yapılacağının yarı-bilinçli farkındalığında olan veya bunu sinsice arzulayan yazarlara göre kendinizi kalburüstü bir pozisyonda konumlandırdınız.

19.8.08

Calvino'ya selâm



Bir Kış Gecesi Eğer Bir Varolmayan Şövalye, Bir Balıkçı Kasabası Yakınlarında, Yükseklikten ya da Kısır Baş Döngülerinden Çekinmeksizin, Dik Tepelerden Aşağılara Bir Göz Atar, Birbirine Paralel Şeritler Şebekesinde, Yoksayılan Gömütsel Uzam Çerçevesinde, Güneşin Aydınlatamadığı Dallardan Bir Kanepenin Altında -Hangi Bilinç Akışıymış O Bakalım, Sonsuzluk İddiasındaki- diye sorar kendine, öykünün devamını kafasında kurup kâğıda dökmeye septik yaklaşarak.

17.8.08

İkinci bir Cankurbansal intihar mektubu

İşkencecilerimi vazgeçirme yöntemlerim aşağı yukarı şöyleydi: Yapılan işkencenin türü ya da dozu ne olursa olsun, daha fazlasından çekinmediğime ikna edecek mazohizmi gösteriyordum. Kötü niyetli bir deha ya da şirret bir cinin beni sürekli rüya halinde tutarak eğlendiğini varsayarak, omnibus dubitandum diyor, bedenimin uğradığı mezalimi bir an olsun bir kenara bırakarak keşke eski bir gizli servis elemanı sanılmasaydım diye aklımdan geçiriyordum.

Beni de Cioran gibi ayakta ve hayatta tutan şey intihar düşüncesiydi. Her şeye istediğim an son verebileceğimi, hayatımın kendi yönetimimdeki iplere bağlı olduğunu bilmek direnmemi sağlıyordu.

İntiharıma cinayet süsü vermekten uzun zaman önce vazgeçtim. Bunun nedeni kaza ve cinayet süslerinin o dönemde ucuzlukta oluşu değildi. Beni öldüren insanın kendini üç buçuk saat geçmeden, hem de olay yerinde ele vereceğini çözümleme yeteneğine sahip olmayan bir çocuk bile tahmin ederdi. Dolayısıyla böyle bir katilin varlığından anında şüphe edilirdi.

Orjilerde bulunduğum için çok eleştiri aldım; oysa müptelâ olmadığım gayet iyi bilinir. Yaptıklarım benim için şehirde kirpi kovalamak ya da yollarda 3 S (soğuksusatıcısı) kılığında dolaşmak kadar sıradandı.

Japonlar gibi de huşu dolu göremiyorum ölümü.

İzninizle bir süreliğine mektubu yazmayı bırakıp kendimi bilinç akışıma kaptıracağım:
Daha ne mi yapabilirdim mesela yeni bir fil alınabilirdi iyi de hafızası olurdu ölen olursa yas tutar her sene mezarını ziyaret ederdi umarım mezar taşları Maçka'daki Selâniklilerinkiler gibi anlamsızca kırık dökük bırakılmazdı çünkü böyle durumlarda okunaklı parçalar eve götürülürdü Efendi hazretleri Ahmed Es-Seyyid Aġa ruhıyçün el-Fatiha yan tarafta bir çeşme falan varsa orada ara sıra boğulan kuşlar olur halbuki suyunun şifa dağıttığı söylenir göreceli bir yaklaşımla etrafı parazitlerden temizliyor da diyebiliriz Binbaşı Said Bey ve hâ'ileri Ayşe Hanım ve akraba ve taallukatının hayratlarıdır sene-i 13-- Said Bey de bir türlü şiirlerini bastırmayı başaramamış yaptırdığı çeşme de hayatında hiçbir değişikliğe yol açmamıştı geceleri gizli bir dokuma atölyesi işletmeye başladı üretimin tamamı atölyede çalışma izni olanlar tarafından kullanılıyordu bir keresinde üçgen dantelleri piyasaya sürme girişiminde bulunan Abdülhak gündüzleri elma şekeri yiyerek çalışma cezasına çarptırıldı ayrıca kendisinden mahkûmiyetini geçirebileceği bir açık hava hapishanesi önermesi istendi sonradan işin peşine düşülmediği gibi Abdülhak'ın kimlik değiştirerek aynı işe girişi de fark edilmedi taze fasulyenin sırlarından birinin de kıtlama şekeriyle yenmesi olduğunu öne sürüyordu zeytinyağlılardan da biberiye, kakule ve adaçayını eksik etmemeliydi ne varsa zencefilgillerde vardı Cankurbansalamanjeye geçtik çay demleniyordu Hatice bir anda su koyuverdi dur neler oluyor aileyi mi yıkmak amacın diye soruldu zaten hep Netice'yle ilgileniliyor artık bıktım gerekirse çatınızı yerle bir ederim morarır (bkz. Morçatı Alaçatı, hattâ serbest çağrışım gereği Karıncanın su içtiği bile denebilir) ayrıca bu kalemlerime dokunanı da yakarım dedi

Mektubu yazmaya içimde hafif bir iğrenme duygusuyla başladım. Yaptığım son okumalarda gözüme çarpan gündelik faşizmi yeğleyen bir sivilin tek cümlelik intihar mektubu hala aklımdaydı çünkü:

O şimdi asker. (1)
Burada sığınılan yer mutlaka bir tür ontolojik güvence sağlıyordu, fakat karşılığında ödenen itaat bedeli çok ağırdı. Ben radikal bir başkaldırı hedefliyordum, gölgem ve öznem adına. Aslında gölgemin beni endişelendirdiği birkaç konu vardı. Ben olmadan yaşanmışlıklarımızın birikintisi ve birikimiyle varlığını sürdürebilir miydi? Cepten yiyerek daha ne kadar dayanabilirdi? Kara listeye konmuş muydu, kredi verirler miydi? Yerime kendini feda etmesini zaten ummuyordum. Beceriksizliğini benimle aşamadığı dere-tepelerde göstermişti. Hoş, mağara yaşamına doğal bir yetkinliği vardı her şeye rağmen (bu mağara adamlığından Platon'un mağara alegorisine kadar uzanan, geniş kapsamlı bir yetkinlikti). Bundan sonraki zorlu hayatına hazırlanabilmesi için gölgeme süresiz istirahat verdim. O yüzden şimdilik bu sözümona mektubun yazımına eşlik edememekte.

İran'da Zerdüşt'e dayanan bir geleneğe göre, bir çocuk doğduğunda şarap yapılır ve bir şişesi de saklanır. Bu adete sahip çıkan Kumlu komşularımızdan bana kalan bir şişe şarabı ölümümden önce içeceğimi zannediyordum. Birkaç defa şişenin boynunu kırıp arkadaşlarıma ikramda bulunmak da aklımdan geçmişti. Son aylarda bir konuğum boğazının kuruduğunu söyleyerek artık iyice yıpranmış mantarı çatalıyla içeri itmeye çalışmıştı. Yıllar önce mantarı çıkarıp yeniden yerleştirdiğimde, kötü Trakya şaraplarınınkine benzer kokular aldığımı da hiç unutmadım. Fazla düşünmeden şişeyi açarak birazını kedime verdim, geri kalanı da musluğa boşalttım. Kedim önce biraz yalpaladı, ardından kuyruğunu helikopter pervanesi gibi döndürerek balkondan süzüldü; genç kızlara caka satan ortayaşlı adamın sarı peruğuna yaptığı iniş yumuşaktı.

Afyon tiryakisi ve ruh hastası ressamın Güzeli ararken kendini şeytana teslim edişinin öyküsünü Kör Baykuş'ta zaman ve mekânın dışında anlatan Sâdık Hidâyet'in intiharını dostu Bozorg Alevî'den şöyle bir okumak istedim:

Paris'te günlerce havagazlı bir apartman aradı, Championnet caddesinde buldu aradığını; 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerinin kalıntıları, yanı başında, yerdeydi.
Kendimi hapsettiğim ada, daha doğrusu bu ada üzerinde kurulmuş şehir artık 10 aylık kuşatmanın sonuna geldi, düşmek üzere. Surlardan dökecek kızgın yağımız kalmadı, kentte kalan son suyla da hamamda yıkandık ki ölümü güler olmasa da temiz, en azından yunmuş ve de yıkanmış yüzle karşılayalım ya da ziyaret edelim. Baharat tezgâhlarımızın başka bir
şehir-devletin tüccarları tarafından devralınacak oluşu beni biraz olsun avutuyor.


Aylar sonra kopan ilk korkunç fırtınanın ardından gelen güzel günler, anladığım kadarıyla sayılı gece ve gündüzlerimin habercisiydi. Bunu anlamak için uçan fare bir güvercinin iç organlarını okumak dahi gerekmiyordu, illâ karnı açılacaksa ızgara yapılırdı. Nasılsa her zaman yiyecek birkaç Fransız turist bulunurdu, ziyan olması söz konusu değildi.

------------------------
(1) Fırat Aydınkaya, Yeni Faşizmin Kökenleri: Ebedi Dönüş, Belge, 2008, shf. 230-32.

8.8.08

İlk Cankurbansal intihar mektubu*

"Bir dizgi hatası"nın bu önceden tasarlanmamış devamında bilinçli olarak cankurbansal esintilere yer verildi. Blogosferde özkurgu (auto veya self-fiction) işine girildiğinde "onlar benim" dememek artık düşünülemez. Aynı zamanda leventseviî etkilerden de kaçınıldı (bkz. "Tanrılar ve Kullar"), bilhassa intihar konusunda. Bunu sadece (anti-)kahramanımızın 27 yaş saplantısına sahip olmayışından bile çıkarsamak mümkün. Yazının ne ölçüde hayrigökşinvari olduğunuysa sayesinde var olduğum okuruma bırakıyorum. Polisin de el koyduğu kâğıtlar arasından kurtarabildiklerimden kalan parçaları burada yayınlıyorum, eksiklerin bilincindeyim. Tamamlayıcı unsurlar gün ışığına çıktıkça gereken eklemeler yapılacaktır. Yaratılan beklenti çok büyüktü, hayal kırıklığı tamirini müstakbel Takiyüddin hikâyesine havale ediyorum.

"Uzun süre geceleri geç yattım..." Hayır! Proust çalıntısı bariz olmakla birlikte,
Kayıp Zaman'ın okumasında bir sayfadan ileri gidilemediği izlenimini veriyor. Farklı bir izlenim yaratmak için açılış cümlesi olmayan bir mektup yazmaya karar verdim. Özgün olma takıntısı ve hastalığıyla kendimi yarattım, sonumu da aynı şekilde ilan edeceğim.

----------Mektubun başladığı ilk üç satır yanmış----------

Üzerine uzun süre düşümlendikten sonra intihara yol açan bir kavram olabilir mi? İdealizmden sıyrılmak ve soyutlanmak kaydıyla. Umutsuzluktan uzak, deneysel birşey olmalı. Ölüm hem büyük bir bilinmez, hem de hayatımın her anında mevcut. Beni korkutan bir yanı yok, çünkü ne olduğu konusunda çok üst düzey bir cehalete sahibim. Herhangi bir doyuma ulaşmanın pek bir anlamı kalmadı. İnzivaya çekilen stylite bir çileci değilim, mümkün olan her zevki tattığımı iddia etme alıklığında da bulunmuyorum.

Camus'nün "ontolojik mesele yüzünden ölen kimseye rastlamadım" sözünü okuyunca (bkz.
Sisifos Söyleni), "biri bu yüzden ölmeli, intihar etmeli" diye haykıran Tutunamayan Selim'i tatmin etmeyi hedefliyorum. Metafizik nedenlerden öldüğüme sizleri inandırmalıyım.

Hayatımın bir döneminde her şeyi sarı görmek isterdim. Munch'un izinde bir ressam olarak hakkımda yazılacak "hayatı ve eserleri" tipi sıkıcı yazılarda bir "sarı dönem"den bahsedilirdi. Bu sarımerkezciliğimi belli belirsiz bir mide bulantısıyla sürdürürdüm. Kusmuğum buğulu olurdu, yedi yaşın altındakiler için sakıncalı. Yine de oryantalist bir ressam olmamayı isterdim, her ne kadar bundan en ufak bir pişmanlık duymayacak olsam da.

Ölümümü bir rüya gibi tasarlıyorum. Her anını bilinçli olarak yaşadığım, hafızama kazınan bir düş. Hiç uyanmayacağım için gördüklerimi kendime geldiğim anda not etmem gereken bir deftere de artık ihtiyacım yok.

Huxley örneğinden yola çıkarak algı kapılarını aralama girişimlerinde bulundum, ama bu hiç de tatmin edici olmadı. Çünkü deney kılığına bürünen deneyimlerden artık nefret ediyordum.
Gömütsel uzama anlatamadıklarımla geçiş yapıyorum. Ölümü bekleyince pek gelmiyor, gidip yerinde görmek lâzım.

------------------
* Alternatifbaşlıklandırmam gerekirse "Kurban spirali".

4.8.08

Ficus carica günlükleri*


İncir sezonu açıldı. Zaman zaman yemekten çekinmediğim ve özenle soyduğum yapışkan kabukların arkasındaki olgun meyveleri mideye indirebilirim artık. 


Haziran'dan beri sadece marul satan Şakayık Sokak'taki Nadir Amca çoktan "bal bunlar, bal!" diye bağırmaya başlamış. Mallar Tutunamayan Selim'in Nazillisi'nden mi bilemiyorum. 


Muazzam ihracat kalemi teşkil eden söz konusu ürün, bir zamanlar Aziz Nesin'in "Apona Fuarı"ndaki Török standının çıtçıt, kopça ve düğmenin yanındaki en büyük övünç kaynağıydı. 


İncir nakliyat zahmetine katlanmadan tütünle birlikte yerinde satılır; ayrıca İtalyan etiketiyle satılan Ege kökenli zeytinyağlarının aksine, Avrupalı incir kurutma ve pazarlama firmalarının meyve menşei ve tarihçesi hakkında doğrucu Davut kesildiklerini görmek tüy ürpertmese de, hayret verebiliyordu. Neyse ki bu yüzden hastaneye kaldırılana bugüne dek rastlanmamıştı


Çocukluğumda pastaların üzerine dilimlenerek konulduğunda anlamlandıramadığım incirin daha ne kadar ilginç şeylere kadir olabildiğine nasıl şahit olduğuma da kısaca değineyim. 

Haşarat fobisinden mustarip bir arkadaşımın, yeşil incirin beyaz lifleri arasında büyük bir gevşeklikle kamufle olmuş kurtları aniden yutmasına müdahale edemeyerek izin vermiştim. Acıgerçeği iki hafta sonra açıkladığımda kafama terlik yemekle kalmamış, bir de günlerdir sevgilisine bezenerek yazdığı mektubu gözü dönmüşçesine yiyişini seyretmiştim. 


Geçenlerde fokların Foçası'ndaki yazlığında barışmak üzere ziyaret ettiğim Osman, börtü böcekle huzur içinde yaşamaya başlamıştı. Götürdüğüm incirsiz pastayı yüzüne yapıştırdım.


------------------------

*Yazı pek parlak olmamakla beraber, yazılış nedenlerini içeren yazılış koşulları özellikle ilginçtir.

3.8.08

Bir tür subuklama ya da oyalayıcı kabak tadı

Yeni çıkarılacak bir dondurma için piyasa araştırması yapılıyordu hedef kitle çocuklardı örneklem 10 kişilikti beni de o veletlerle Emirgân'daki eve kapadılar böyle dondurma sevilir mi salak herif dedim isyan çıktı şirket yöneticilerinin suratları perşembe pazarına dönmüştü beni babam gelip aldı o zaman su kaplumbağalarım vardı fazla beslediğim için ölmüşlerdi mutfaktan çıkılan bahçeye gömdüm akşam sefası da işin süsü oldu toprak yumuşacıktı dibe vurup sıçrama yapılamazdı çünkü dibin dibi yoktu battıkça batıyorduk bakkal gibi değil Kızıl Rakham'ın hazinesi gibi batıyorduk bir zamanlar Raskar Kapak vardı bir fırtınada zincirlerini kırıp kaçmıştı kim bilir kaç çocuğu travmaya sokmuştu zaten bu mumyalara güven olmazdı neyse dedim herhalde bu kira kontratını imzalatabiliriz müteahhit hiçbir çıkarı olmadığı halde dolandırıcılık peşindeydi evinde üzerime köpeği saldırdı bacaklarından değil karnından tutarak ayırdı salyaları üzerine sıçradı çok şükür dedi cekettutmainceliğini iyi biliyordu bu yağmurda aman dikkat edin dedi ben de etrafımda oluşan spontane nehrin durulmasını bekledim ne de olsa bildungsroman yazmıyorduk alt tarafı dokuma atölyemizin ikinci toplantısıydı kaptığım nezleyi pişirdiğim yemekler aracılığıyla bulaştırdım aman bu da ne hamarat çocuktu elinden her iş geliyordu bir ombudsman bulup nükleer santral projesi sonlandırılmalıydı olmazsa ikna için köy meydanında gece vakti birkaç hayvan boğazlanırdı bu taşra ahalisi de ancak bu dilden anlıyordu ama Anamur'un muzu yine kokuluydu plastik sarı cisimlere hiç benzemezdi bunun gibisini ancak 18. yy. Marsilya'sının çarşılarında bulurdun afiyetle bir balık çorbası da içemeden yangına koşmuştuk ne tulumbacı ne de harik memuru vardı Mahmûd ocağa kilit vurmamış mıydı o devirde Beyazıt kulesinden mor ışık da gelmezdi iyisi mi cama çıkıp bir işaret fişeği ateşlemeliydi bu saatte de penceresinden atlayıp ölen polis az bulunurdu atı alan Üsküdar'ı geçememişti belki ama armut rakısını içen Tournelle köprüsünü geçmişti Hıfzı'nın evi oraya iki adımdı

1.8.08

"Bat dünya bat" ya da Turgut'la Olric'in manifestosu



Oğuz Atay, Tutunamayanlar, III, 16, shf. 539-543.



"[...] Üzerinde İngilizce birşeyler yazan kapıyı itti. Yumuşak bir açılış. Herkes bir köşeye oturmuş. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Böyle kaç yer sayabilirsin koca şehirde? Garson hemen tepene dikilmez. Çağırılınca gelir. Sonra birden kaybolur ya da başını başka yönlere çevirir. Amerika cumhurbaşkanı gibi adları olan içkiler ısmarlayabilirsin. Ne çok aydınlık olur ne de çok karanlık. Adamlar bu işleri biliyorlar. Yüzyıllarca düşünmüşler taşınmışlar, insanlar barda nasıl rahat eder diye. Biz olsak bu işi küçümseriz. Onlardan aktarmasını beceremiyoruz daha. Onlarda böyle yerlere her çeşit halk gelebilir. Bizim zenginler böyle yerleri lüks sanıyorlar. Orada işçilerle tezgâhtar kızlar gelir böyle yerlere. Daha nerede olduğumuzu anlayın bundan. Anladık. [...] Biz burada kitaplar ve içkiler ortasında yatarken bilmediğimiz sokaklarda, içini göremediğimiz evlerde, tanımadığımız insanlar kim bilir neler hazırlıyorlar. İyi kitaplar hemen tükeniyor. Yüzlerinde derin düşüncelerin izleri olan insanlar durmadan ilerliyorlar. Onları bulmalıyız. Dün otobüste bir adam kimseye göstermemeye çalışarak bir kitap okuyordu. [...] Artık yaşamak istemiyorum Olric. Onların istediği gibi yaşamak istemiyorum. Başım dönüyor Olric. Sabahtan beri hiçbir şey yemediniz efendimiz. Şimdi de içiyorsunuz. Onlar da içiyorlar Olric. Karşılarında oturan kızlara birşeyler anlatıyorlar. Ben anlatmak, filan falan demek istemiyorum. Sonum geldi Olric. Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler efendimiz. Allah'tan ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve kendinibeğenmişçesinesankibizdenöncebirşeysöylenme-mişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz. Dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz. Dinden imandan çıktık. Deli dervişler gibi saldırıyoruz. Açın kapıyı! Biz geldik! Korkudan dudağınız uçuklamasın. Öyle öfkesi yarıda geçen İngiliz kızgın genç adamları gibi müzikli güldürüler peşinde değiliz. Sizi ağlatmaya ve burnunuzdan getirmeye geldik. Size dünyanın dörtten fazla bucağı olduğunu göstermeye geldik. Bitmez tükenmez sızlanmalarımızla ananızı ağlatmaya niyetliyiz. Ne demek oluyor incitmedensezdirmedenacıtmadanduyurmadan anlatmak Selim? Salon alkıştan inlesin! [...] Şeytanlarla elele verip elektriksüpürgeleriyletarazlanmış halılarınızın üzerinde tepinmeye geldik. Çamurlu ayakkabılarımızla divanlarınızın yaylarını kırmaya geldik. Yakında bir plağımız çıkıyor. Bütün şoförler çalacak arabalarında. Yaslı gittik şen geldik yedi tepeden geldik aç kapıyı bezirgân bonjur demeden geldik. Gözüm kararıyor Olric: elimden bir kaza çıkacak. [...]"