25.8.07

Kâbus istasyonları



"Tarih, uyanmaya çalıştığım bir kâbustur."

James Joyce

Soğuk ve bulutlu bir Paris sabahında, babamın bir arkadaşından ödünç aldığı arabada,bir yolculuğa başladığımı hatırlıyorum. Babam, daha önce hiç görmediğim, geniş, gri ve kasvetli binaların bulunduğu,bomboş ve upuzun bir sokağa saptı. Bu sokağın sahipliğini, büyük bir ihtimalle işçiler ve göçmenler üzerlerine almışlardı.

İyi bir şoför olduğu izlenimini bende o güne kadar bırakmış olan babam, direksiyonu bir sağa bir sola kırarak, yol kenarındaki duba ve çöp tenekelerini büyük bir kayıtsızlıkla deviriyordu. Yolculuk boyunca ona ilk kez bir şey söyleme ihtiyacı duydum:

- Baba, lütfen hemen dur! Ben bile senden daha iyi kullanabilirim.

- Bir şey yok, kes sesini lütfen!

Her şey, yeniden eski ve sıradan haline döndü. Bu sokağın daha ne kadar süreceğini kendime sorarken; gözüme sol tarafımızda kurulmuş tahta bir perde ilişti. Tam bu sırada, babam gaza basarak bu tahta perdeyi yıktı. Perdenin arkasındaki insanları fark edince bir çığlık atarak babamın onları ezmesini engellemeye çalıştım. Fakat, bu çığlık, üç insanın ezilmesini önlemek için fazla aciz kaldı.

Kalabalığın buna karşı hiçbir tepkisi olmadı. Bu insanlar, ellerinde pankartlarla, sağanak yağış altında, vebadan ölen yakınları adına geleneklere uygun cenaze törenleri yapılması için çabalıyorlardı.

O günlerde okumakta olduğum, Camus’nün Veba’sında geçen felaketin dehşet verici boyutlarını yeni özümsemeye başlıyordum.

Babamla birlikte yaptığım tatsız araba yolculuğuna geri dönelim. Ona protestocuları ezmeye hakkı olmadığını, kendisini tanıyamadığımı, berbat bir iş yaptığını söylememin, umursamazlığı üzerinde hiçbir etkisi olmadı.

Biraz ileride, sarı ve turuncu renkteki büyük torbaların bir arabaya yüklendiğini gördüm. Arabayla biraz yaklaşınca, bu torbaların içinde veba kurbanlarının bulunduğunun ayırtına vardım. Bu anda duyduğum dehşeti ve Camus’nün anlattıklarını daha iyi algılamanın üzerimde yarattığı şok etkisinin boyutlarını anlatamam. Aniden, kafamın içinde bir ses duydum:

-Bu olanların sona ereceğinin ve gerçekdışılığının farkındasındır. Bu yüzden sana istediğimiz kadar acı çektireceğiz.

Kendimi bir anda arabanın dışında, bu bitmez tükenmez sokağın ortasında buldum.

Kaldırıma oturup, kendime gelmeye çalışırken, sokağın karşısında kahverengi gömlekli, kıvırcık sarı saçlı bir adamın beni çağırdığını gördüm. Ona yaklaşmamla gömleğinin üzerindeki gamalı haçı fark ettim. Karşımdaki kahverengi vebaydı!

Beni, önünde durduğumuz apartmana soktu. İçeri girdiğimde, burasının bir lokanta olduğunu anladım. Üzerlerinde çatal, bıçak ve bardakların dizili olduğu, yeşil örtülü masaların oldukça sıkışık gösterdiği tenha yemek salonuna, girişteki merdivenlerden bir süre baktım. Sonra, üst katlara çıkmaya karar verdim.

Tahtadan yapılmış, bordo renkli merdivenlerden çıkarken, her katta, kahverengi vebanın buradaki tek temsilcisi olduğuna inanmak istediğim adamla karşılaşıyordum. Bir bakışmadan sonra hemen gözden yitiyordu. Beni hiçbir yere götürmeyen merdivenlerdeki onuncu karşılaşmamızdan sonra, kendisinden hiç beklemediğim bir kibarlıkla ve düzgün bir Fransızcayla, tuvaletleri görmeyi arzu edip etmediğimi sordu.

Hiç düşünmeden olumlu yanıt verdim. Onun kaz adımlarına uyarak, geçtiğim yerlere dikkat etmeden yürürken, tuvalete gitmeye gerçekten ihtiyacım olduğunu anladım, ve yine o sesi duydum. Bana takip ettiğim bu adamın benimle çok yakın gelecekte girmek istediği eşcinsel ilişkiye hazır olmak zorunda olduğumu söylüyordu. Bunu pek ciddiye almadan, kendi kendime mümkün olabileceğini söyledim.

Beni bir kapıdan içeri itip, bir daha geri dönmemek üzere ortalıktan kayboldu. İçeride, gözlerimi alan bembeyaz bir ışık ve bayıltıcı bir alkol kokusu vardı. Bir süre gözlerimin ışığa alışmasını bekledikten sonra sola döndüm; siyah beyaz parke taşlarından oluşan zeminin üstünde, siyah lekelerle kaplanmış bembeyaz duvara dayalı, beş tane siyah ameliyat masası gördüm. Sağ tarafta ise, üzerleri sarı ve kırmızı lekelerle kaplı beyaz çarşafların üzerlerine örtülmüş olduğu bedenleri gördüm. Bunlar vebanın kurbanlarıydı!

Yüzü halen açıkta olan ve çok kısa bir süre daha yaşayabileceğini anladığım, kalın ve kara kaşlı, kel, orta yaşlı, iki elinde de henüz ölmüş birinden veya kendisinden çıkarılmış kanlı organları sıkıca tutan, yüzünde büyük bir anlamsızlığın hakim olduğu bir adam, yanı başımda hafif bir inilti çıkararak, kana buladığı, siyah, tahta masada uzanıyordu.

Gözümle pisuarları aramaya başladım. Birkaç adım ötemde bulunan bedenlerin kime ait olduğuna bakma cesaretini kendimde bulamıyordum. Odanın diğer ucunda, paslanmış üç pisuar gözüme ilişti. Biraz yaklaşınca, bu kahverengi izlerin pas değil,kurumuş kan olduğunu anlamamı sağlayan, kafası bu duvarlara vurularak öldürülmüş bir insanın görüntüsü gözümün önüne geldi. Büyük bir irkilmeyle, arkama dönerek koşmaya başlamıştım ki, sol tarafımda ellerinde organları halen tutmakta olan adam, büyük bir çığlık kopararak, gözleriyle karşı tarafındaki boş masanın üzerinde duran metal bir tası işaret etti.

Tası hemen yakalayıp, midesine doğru fırlattım. Tası fırlatmamla, elindeki organları yere düşürüp masadan devrilerek acı içinde can verdi. Sebep veya şahit olmuş olduğum en kötü olaylar arasında hemen başa yükselen bu facianın ardından, nereden geldiğini anlayamadığım boğuk bir ses:

-Doktor Mengele geliyor, dedi.

Evet! Bu, hakkında insanın kanını dondurucu hikayeler anlatılan, dünya üzerindeki cehennemi zenginleştirme çabası içindeki, o korkunç, hasta Doktor Mengele’ydi!

Kaçma çabama kaldığım yerden devam etmek için davrandığım sırada, birden beyazlaştığını fark ettiğim zeminin üzerine kapaklandım ve ardından yüzümde siyah bir botun şiddetli darbesini duyumsadım.

*

Saatler sonra kendime geldiğimde, kendimi, çok yalın, fakat vahşi görünen, etraflarındaki yapıları oluşturan taş ve granitin uysallaştırmış olduğu ağaçların çevrelediği, zümrüt yeşili bir renge sahip, rüzgarın akıntısını hızlandırdığı bir nehrin kıyısındaki kahverengi bir bankın üzerinde buldum.

Ayağa kalktığımda üzerimdeki henüz kurumakta olan ve bana ait olmayan bir kanın oluşturduğu lekeleri fark ettim.

İki tarafında da arabaların park etmiş olduğu, upuzun, büyük iş merkezleri ve birkaç lokantanın bulunduğu, geniş kaldırımlı, reklam panoları, trafik ışıkları ve sokak lambalarının aydınlattığı, hiçbir canlı varlığı (ağaçlar hariç) görmenin ve hissetmenin mümkün olmadığı caddede yürümeye başladım.

Şehirdeki sessizlik, görülmemiş durgunluk ve gittikçe artmaya başlayan; daha doğrusu, yeni yeni fark etmeye başladığım yalnızlık çok boğucu, iç karartıcı, yaşamadığımı hissettirecek türdendi.

Özgür olduğumu anlamam pek zor olmamıştı, ama bugüne kadar hep onu elde etmek için mücadele verme çabası içindeyken, bir anda ellerimde bulduğum bu özgürlük benim için çok büyük bir anlam taşımıyordu. Ben bunun için mücadele etmemiştim.

Bağımsızlığımı, bağımsızlığımızı yok eden şeytani güçlerin yarattığı cehennemde özgür olmak, bu kavram için tamamen zıtlık oluşturuyordu.

Bir anda görüş alanımdaki tüm ışıklar söndü. Gecenin bu suni, belki de soyut sessizliğinde, yerde uçuşmakta olan sonbaharın kızıl yapraklarını ezerek yürürken, başımı yukarı kaldırdığımda, caddenin ortasında en az bir asırdır dikili ağaçların yapraksız dalları arasından ışıldayan yarım ayı görmek beni biraz sakinleştirdi.

Çok geçmeden, fazla uzak olmadığı belli olan bir yerden patlama sesleri ve yaklaşık yüz metre kadar ötemi aydınlatmaya başlayan alevlerin hayali görüntüsü gözlerimin önüne geldi.

Arkamdan yaklaşmakta olduğunu duyduğum, farlarını yakmamış bir araba, biraz önümde aniden durdu. Arabadan inmek için şoförün fren yapmasını beklemeyen, iriyarı, karanlıkta neye benzediğini kestiremediğim insansı bir yaratık, beni kollarımdan sürükleyerek arabaya bindirdi ve şoför patlama yerine doğru, yavaşça, yola devam etti.

*

Ellerimi arkadan bağlayan, kırmızı burunlu, deri ceketli, asık ve geniş suratlı, ahmak bakışlarını sertleştiren kirli sakalıyla uyumlu bir renge sahip gözlerini, acil bir müdahaleye ihtiyaç duyan, turuncu ve yoğun alevlere diken bu adamla konuşma gereğini duydum. Artık birileri bana neler olduğunu açıklamalıydı. Sıradan, ama açık sorumu sordum:

- Kimsiniz, nereye gidiyoruz ve patlama hakkında bir bilginiz var mı?

Cevap gelmedi. Yorgun ve zayıf bakışlarını bana doğrultmakla yetinerek, cebinden siyah bir flüt çıkardı. Kendisinden hiç beklemediğim bir ustalıkla, fazla karmaşık olmamasına rağmen, zengin ve hüzünlü bir melodi çalmaya başladı. Almak istediğim cevapların yarattığı beklenti, yerini melankoli ve hayallere bırakmıştı. Bir virtüöz olduğuna neredeyse inanacağım bu adamın çaldığı şarkı, bana, yorucu bir günün ardından eve yalnız ve yatağıma biraz sonra kavuşacak olmanın verdiği huzurla döndüğüm günlerde, tüm vücudumu saran nane kokulu sarı çarşafların arasına kendimi bırakıp, gevşemeye başlarken, gözümün önünde canlanan, sevdiğim kızla dans edişimin hayalini anımsattı, yaşam güvencemin elimde olmadığı bu anda, ancak karamsarlıkla hatırlanabilecek, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeydi bu.

Duygusal kaygılarımın önündeki öncelikleri doğuran, tehlike ve gizem dolu bir durum söz konusuydu.

Tütün kokusuna boğulmuş, deri koltuklu bu arabanın, yanında oturduğum sol kapısının kilitli olmadığını fark ettim. Müzikalitesi düşmeye başlayan ezginin eşliğinde, dişlerimle kimseye fark ettirmeden kilidini açtığım kapıya omuz atarak, temiz hava ve asfalta tekrar ulaştığım sırada, arkamdan aniden savrulan bıçak, ellerimi bağlayan iplerden de kurtulmamı istemsiz bir biçimde sağlamıştı. Yere düştükten kısa bir süre sonra omzumun kırıldığını anladım. Bu, bana acıdan çok, uyuşma hissi veriyordu.

Şoförünün yokluğumu geç fark etmiş olduğu beyaz araba, geriye doğru ani bir manevra yaparak, bana doğru ilerlerken, kaynağının üstünden geçtikleri bir mayın olduğunu tahmin ettiğim, biraz öncekine çok yakın bir yerde ve daha şiddetli gerçekleşen ikinci patlama, kaçışıma rahatça devam edebilme fırsatını verdi.

Üzerinde yürümeye başladığım, beyaz taşlardan oluşan dar kaldırıma uzanmış, giysileri yırtık, küçük bir çocuk gözüme ilişti. O da beni görünce, ayağa kalktı, kıyafetiyle büyük uyumsuzluk gösteren göz boyayıcı, parıltılı ayakkabılarıyla, ağlarken tekmelediği paslı ve sürgülü kapıyı açtı. İçeri girerken, beni de çağırdı.

Girdiğimiz odada, killi toprağın üzerinde çürümeye başlayan saman yığınlarına uzanmış beş mahkum bulunuyordu. Giysilerindeki şeritleri belirginleştiren, baskın renk siyahı yüzlerinde de görmek mümkündü. Suratlarının yanı sıra, ruhları ve gelecekleri de kararmıştı. Beni gördüklerinde, birkaçı elleriyle soğuk ve çaresiz bir şekilde selam verdikten sonra, tekrar gri tavanı seyretmeye koyuldular.

*

Artık insanlarla iletişim kurmanın imkansızlığını biliyordum. İçinde yaşadığımız, yok olmaya ve çürümeye yüz tutmuş dünyadaki her insanın kendisine ait küçük dünyalar, iyimser hayaller de kayboluyordu. Kendimi ve diğerlerini “yaşayan ölü” gibi klişe bir kalıba sığdırmak bile artık olası değildi. Ne zaman yaşayabilmiştik ki, bu hayata ölü olarak devam edelim?

Babamla annemin tempolu konuşmaları, manevi düellolara dönüşen tartışmalarından sonra, etrafa dağılmış cam ve kristal parçalarını toplamak için, gecenin sessizliğini bozarak çalışan elektrikli süpürgenin acı verici sesini duymak istemediğimde başımı yastığımla sarışım gibi, etrafımda olup bitenlere kulaklarımı tıkamak istiyordum. Gözlerime mil çekilmesi, benim için artık ilkel bir Orta Çağ cezası değil, bir armağan niteliği taşıyordu.

Şahit olduğum adaletsizlik ve suçlar, bunlardan kendimi sorumlu hissetmeme neden olacak derecede ağır ve büyüktü. Bana karşı işlenen suçlardan ben yükümlü gibiydim.

Gördüklerimin bende bıraktığı derin iz, insanlığın üzerinde de sonsuza kadar bir leke olarak kalacaktı.

Ümit mi? O sadece Pandora’nın kutusunun dibinde ve işkencenin devamındadır.