15.3.10

Brad Mehldau


Temmuz'da İstanbul'da (d)i(n)(z)leme fırsatını bulduğum Brad Mehldau'nun Paris'in en uzak banliyö sınırları içerisinde yeni bir solo piyano konseri vereceğini öğrendiğimde Ma‘cûncu-zâde Mustafa Efendi
master tezi savunmamı hazırlamam gereken geçen Eylül ayı günlerinden birinde koşarak son kalan en kötü öğrenci koltuklarından birini almayı başarabilmiştim. Gişedeki sorumlu ve de yetkili kadın konserin nerede yapılacağını bildiğimden emin olmadan bana bileti satmama konusunda oldukça temkinli davranmıştı, ki gösterdiği titizliği geçen Cumartesi uzun uzun takdir edebilme fırsatım oldu. Lâkin, Brad'in şehir merkezine 50 km. uzakta taşralı burjuvazi için çalmayı neden kabul ettiğine anlam verebilmek pek de mümkün değildi. Zirâ İstanbul'a geldiğinde seçimini Büyükçekmece'den yana yapmadığını biliyoruz. Konser alanına ulaşmak için yaklaşık bir saatlik tren yolculuğu yetersiz kaldıktan sonra, bir de banketli ve bariyerli yollar kat eden otobüsümsü bir taşıttan da yanlış durakta inerek tuhaf benzin istasyonlarının yanından yürümem gerekti. Gerçi şoför bana çok net bir şekilde üçüncü durakta inmemi söylemişti, ama yanaşılan yeri gözüme pek kestiremeyerek kendimi ancak bir sonrakinde kaldırıma atabildim.

Her neyse, konserin düzenlendiği mekân "Prizma" diye geçiyordu ve internet sitesindeki tanıtım fotoğrafına da hayli benzemekteydi. Salona pat diye girdiğimde gerçekten de balkonun en arka sırasında köşeye sıkıştırılmış koltuğum, topografik konumu itibariyle sahneye en uzak mesafede duran oturum yeriydi (oturma konusunda daha uzun açılımlar için bkz. biröncekiyazı). Oturum pozisyonumdan piyanistin ellerini görmem imkânsızdı, yüz ifadesini yer yer seçebilmekle birlikte, kollarını oldukça iyi takip edebildim (arada sağı solun üzerinden atsa da, tam tersine daha sık başvurdu). Erken geldiğim varsayımı konserin resmi saatinden 20 dakika önce başlamasıyla bir bakıma çürütüldü. Yine de yerleşme safhasında yanımdaki bir başka öğrenci bileti mağduruyla vücut dili iletişimi kurma
şansımız oldu: Caza tıpkı benim gibi kafasını sağlı sollu sağlayarak eşlik ederken ellerine bir gün bateri bageti olma arzusu taşıyan metronom çubuğu muamelesi yaptığını tespit edebildim. Bekleme esnasında da, o akşam sahne almayacak BM Trio'dan birkaç canlı performans dinleyip kendimden geçerek konsere hazırlanırken, benden daha iyi yerlere sahip dinleyicilerin müzikten pek de çakmadıkları, en azından caz bilgilerinin benim ilkokuldaki mâlumâtımın düzeyinde olduğu konusunda en ufak bir şüphem kalmamıştı.

Tekrar her neyse, ya da konunun kalbine gitmemiz gerekirse, Bay Mehldau, solo piyano konserlerinde adeti olduğu üzere, sahneye kadife ceketiyle birden fırlayıp utangaç tebessümüyle seyircileri selamladıktan sonra dört parça çalıp, performansın üçte biri kadarını bitirerek mikrofonu alıp bizim için çalmaktan duyduğu memnuniyeti belirterek o ana kadarki şarkı listesini bestecileriyle birlikte belirtme inceliğini gösterdi. Nitekim, bu bağlamda yaptığı kısa konuşmanın benim için ne kadar işlevsel ve aydınlatıcı olduğunu söylemeliyim; öyle ki, İstanbul konserinde açılışı Nirvana'dan "Rape Me"yle yaptığına yemin edebilirdim, oysa uvertür Alice In Chains'ten "Got Me Wrong"la yapılmıştı (şarkı isminin benim yanılgımla gösterdiği ahenge değinmem oldukça yersiz sanırım). Neyse ki, her üç-dört parçalık blokta benzer açıklamalar yapmaya tenezzül etmiyor, böylece seyircilerin geri kalanına göre ne kadar iyi diskografik çıkarsamalarda bulunabildiğimi en azından kendime kanıtlayabiliyordum.

Mehldau, şaşırtıcı bir biçimde, neredeyse sadece 90'lar temellli rock kavırmalarına yönelerek, "Get Happy" dışında caz standartlarını, ve de iki bölümlü(k) bir potpuri şeklinde arz ettiği kendi bestelerini bir kenara bıraktı. "Smells Like Teen Spirit" yorumunda, çok benzetildiği Bad Plus'ın aksine —ki The Bad Plus grubunun, BM Trio'nun eroin almış avant-garde versiyonu olduğunu bir noktaya kadar kabul edebilirim—, Nirvana'nın kısır ve fakir akor kalıplarıyla kendini sınırlamayarak, hırkalı ve depresif kayıp gençliğin kült parçasını tüm harmonik keşif pistlerini sonuna kadar sömürüp tüketerek, bir caz piyanistinin duyarlılığıyla çalınan klasik müzik partisyonlarına dönüştürme başarısını gösterdi. Vokal notalarını sağ elle çok düz bir biçimde çalmak yerine, aşırı tanıdık melodileri senkoplaştırarak yankılatışı, dinleyiciyi izlenim ve etkileşim karmaşasında bırakmanın yanı sıra, hafızasını da derinlemesine yoklamaya zorluyordu.

Kontrbas ve bateriden oluşan
ridımsekşın'ın yokluğunda, yer yer ağırlık verdiği perküsif stil ve akorlar üzerinde yaptığı ısrarcı vurgu ve tekrarlar, albüm olarak yayınlanan Tokyo performansını hatırlatmaktaydı. Bu meşhur Tokyo konserinde (2004) bulunan Nick Drake parçası "Things Behind The Sun"ın en iyi versiyonunu da sanırım geçen gece dinleme şansına eriştim. Geleneksel olmakla birlikte harmonik açıdan yoğun bir aritmetikle harmanlanmış uzun stride girişinin ortalarında, sezinlemeye çabaladığım müzikal dokuyu didikleyişim sonucu, bu şarkıyı çaldığına inanmak istedim ve her ne kadar dua etmesem de, bu arzum gerçekleşmeyi başardı.

Biraz toparlamam bekleniyorsa, Brad Mehldau 70'lerde doğan kuşağın açık ara en iyi piyanistlerinden biri olarak, kavırdığı popüler rock parçalarını iyi bilinen caz standartları gibi dinletme, algılatma, özümsetme, kabul ettirme yeteneğine sahip. Mainstream piyasanın (burada benim için kriter MTV tarafından el üstünde tutulmaktır) en iyi grubu Radiohead'e yeni bir yaklaşım getirerek zaman zaman orijinallerinden çok daha üstün kayıt ve performanslar ortaya koymakla birlikte, cazdan çakmayan gençlere de bu sofistike türü bir şekilde sevdirmeyi başarıyor. Başka bir deyişle, popüler müzik evreninde ara sıra bulunabilen iyi fikirleri toplayarak, kendi emprovizasyon ve bestecilik yetenekleri çerçevesinde bunları mümkün olan en ileri noktalara taşıma iddiasını Brad Mehldau genellikle kazanıyor. Örnek olarak, İstanbul'da yarım saat süren piyano konçertosu havasındaki yeniden yaratılmış "Exit Music (For A Film)" ve geçen günkü Versailles yakınlarındaki Elancourt konserinde ara sıra kâğıda yazılmış partisyonlarda göz gezdirdiği "Dream Brother" yorumu gösterilebilir.

Son olarak, Brad'in "
bis" diye tabir edilen alışılmış sahneye dönüşün çok ötesine geçerek, insanlara yeniden Latince saymayı öğretmeyi amaçlamasa da, "ter" ve "quater"i de atlayarak, "quinquies" yapışından bahsetmeliyim. Altıncı kez çağırıldığındaysa nazik tiyatro oyuncusu selâmı vermekle yetinerek sahneyi temelli olarak terk edişi oldukça haklı ve yerinde bir tepkiydi. Zaten, salondan konser bitmeden ayrılmayan herkes de yeterince mest olmuş durumdaydı —burada sadece kendi adıma konuşma özenini göstermiyorum artık.
Bitirirken de
şunu belirteyim, dinlencelerin çoğu üzerindeki önbelirlenimli hakimiyetim gereği şarkıların sona erişine dair sahip olmadığım tereddütün neredeyse her seferinde omuzlarıma yüklediği ilk alkışlayan seyirci rolünden bazı anlarda biraz bıkmakla birlikte, salonun genelinde yarattığım otorite imajından yer yer keyif aldım.

Merak edenler için küçük bir liste:
The Verve - Bittersweet Symphony
Medley (kendi bestelerinden): Secret Beach/Fit Cat/Buddha Realm/vs.
Neil Young - One Needle and the Damage is Done
Nirvana - Smells Like Teen Spirit
Jeff Buckley - Dream Brother
Brian Wilson - Only God Knows
Gecenin tek standardı: Get Happy (Harold Arlen/Ted Koehler)
Nick Drake - Things Behind The Sun
Paul Simon - Still Crazy After All These Years

Not: Brad'e hissettiğim yakınlık beni Trio'sunun Nick Drake kavırmasına davetsiz misafir olarak katılmak suretiyle, grubu mızıkacı eklentisiyle "kuartet"e çevirmeye itti. Takdirinize bırakıyorum gerisini. Yazı başğındaki veya aşağıdaki bağlantıdan dinleyebilir isteyenler.
http://www.box.net/shared/v9pycb4aep

26.2.10

Peronda koltuk seçimi


Yeraltı toplu taşıma sistemine başvurulduğunda, tren gelene kadar geçen sürede oturma tercihi yapılacaksa verilecek kararlar benim için her zaman ikirciklidir.
Standart bir dörtlü ve plastik oturma grubunu ele alalım. Kuartetin tüm üyeleri çok nadiren aynı anda müsait olduklarından, işbu yazının genellemeci perspektifi çerçevesinde bu denli izole bir vakayı ele almaktan kaçınacağız. Dolayısıyla, baş köşede evsiz bir metro istasyonu sakininin konuşlandığını varsayalım (ki varsaymasak bile, büyük ihtimalle orada oturuyor zaten).
Treni ayakta bekleme ihtimaline değinmek de bu söylem babında oldukça yersiz; tünellerarası hava akım ve dolaşımı ve dezenfektan kimyasallarla, elektrik şokundan henüz çıkmış fare kadavrası kokuları çok da iç ve iştah açıcı konular değil bildiğim kadarıyla.

Her neyse, işlemeye çalışacağım konu, kısaca, ortalama 6 dakikaya varan iki tren arası zaman diliminde uygulanabilecek oturma stratejileri. Dörtlü koltuk grubunun baş köşesine elinde metalik ve zor içimli bira kutusu ve bilumum paket, çanta ve torbalarıyla sakallı ve evinde haftalardır biriken çamaşırı yıkamaktan kaçınan ortalama tembellik düzeyindeki genç yetişkin erkekten biraz daha kötü kokan barınak muhtacı bireyi yerleştirmiştik (çok yaratıcı bir şekilde ismini P olarak belirleyelim). Kalan üç oturma yerine yaklaşan tipik şehirli insan (onun kısaltmasına da V diyelim), biraz kendini savunduğunu zannetme içgüdüsü, biraz da toplumiçi özşartlandırılmasının etkisiyle ilk aşamada anlaşılmaz şeyler mırıldanan ve agresif olarak algılanan P'nin yanına oturmaktan kaçınacaktır. Sonraki etapta yapacağı seçim ise, bilinçaltına değin vurguladıkları ve doğurabileceği potansiyel sonuçlar açısından son derece önemli ve de bir ölçüde oldukça kritiktir. Açı(n)klamamız gerekirse, oturmaya başvuracak üçüncü metro kullanıcısının seçimini önceden içinden çıkılması zor bir ikileme sokmakla birlikte, kendi egosunu da dolaylı yoldan ön plana çıkardığı öne sürülebilir. Zira, tercihini üç numaralı koltuktan yana kullandığı takdirde, ne olursa olsun üç numaralı oturucu kendini V'nin yanında bulacaktır. Gözle görülür şekilde P'den tiksindiğini sergilemekten utanç duyacaksa, V'ye dolaylı bir bariyer ve koruma sağlayacak olmakla birlikte; kendini P'den mümkün olduğunca izole etmeye çalıştığında ise yine kaçınılmaz olarak V'nin gururunu az çok okşayıcı bir tavır sergilemiş olacağını çok rahatlıkla olmasa bile, büyük zorluklara katlanmadan iddia edebiliriz.

V'nin peron teftişi sırasında gözüne iki numaralı oturağı kestir(e)meyeceği hipotezinden yola çıkarak —bilinç düzeyinde veya değil— sonraki biletli ve biletsizleri kendi yanına oturmaya yönlendirme peşinde olduğunu savunuyorum. Kendini P'den koruma taktiği kapsamında, üç ve dört numaralı sabit plastik kalıp oturulacaklar arasında fark görülmese de, 3'ün oldukça özel bir anlamı var (gerek sembolik, gerekse başkalarını manipüle etme arzusu düzlemi ve bağlamında). Kendimize sorabileceğimiz ve oturma kurmacalarıyla kafalarını kurcalayan yolcuların akıllarında dolaşan soru ise "kloşardan kim nereye kadar kaçabilecek acaba?" gibi birşey olarak ifade edilebilir.



Addendum

V'nin ilk a
şamadaki muhtemel 4 no. seçimini ve dolayısıyla bir sonraki oturma isteklisine vereceği "ya ben, ya hiç; ya hep, ya o" mesajını fazla bariz olduğu gerekçesiyle dikkate almaya değer bulmadım.



8.2.10

Gizemli ve bir o kadar da önemsiz bir tasarı ya da merak olgusu kendi özünde iyi olamaz


Eylemlerinin kendisi için hayırlı sonuçlarından yola çıkarak, inançsız olmasına rağmen, Tanrı'yı her fırsatta kendi tarafına çekmek istiyordu. Hikâyesini kaleme alacak birini bulsa bile, bu yazarın, otobüs seyahatlerini, kurgusal içe doğru yolculuk metaforu kavanozuna tıkıştırarak ayaklar altına almasına tahammül edemezdi. Kendini böyle ölümsüzleştirecek bir yazarın yaşama hakkını elinden almayı bile aklından geçirebilirdi. Bu satırların yazarını da ölümle tehdit ettiği olmuştur. Adamımızın yazdıklarından kısa bir alıntı yapalım:

« Bir otobüs kazasından daha canımı yitirmeden çıktım. Her seferinde benden eksilen bir parça olmaz, en fazla yeni çizik ve kırık-çıkıklar ortaya çıkar. Karbüratör kökenli dumanların arasından süzülerek yardım çağırmak üzere bir telefona uzanırım. Bu vazifemi yerine getirip gözlerimi kapama hatasına son düştüğümde, kendimi fazla kan kaybeden bir hasta olarak bulmuştum uyandığımda. Bu yüzden sıkışmış, çırpınan, anlaşılmaz birşeyler mırıldanan insanları kol ve bacaklarından çekiştirerek şarampol düzlüklerine yatırırım. Onlarca aydır süren kaza-bela tecrübeme rağmen, hâlâ temel ilkyardım bilgisinden yoksun oluşum da benim ayıbım olarak cebime girsin. Utanç vereceği mâlumunuz, bu beni birşeyler öğrenmeye itecek kamçılayıcı bir faktör olabilir (bakarsınız imgelemimi meşgul etmekten usanmayan o hemşire hanımla tanışıveririm); kim bilir, belki de her an olarak çıkarabileceğim bir kozdur bu tuhaf cep ayıbı. Her neyse, kısmet olursa size bu son otobüs yolculuğumda meydana gelenleri daha sonra anlatırım (gerçekten de o gün başıma gelenleri bugüne dek yaşayan olmamıştır*); ama öncelikle beni bu otobüsle seyahat serüvenlerine sürükleyen hikâyeden bahsetmek istiyorum. Buradaki amaçlarım arasında elbette, Yeni Hayat karamelalarını çiğneyip kendilerini Magirus'lara teslim edenlerden sıyrılmak var. Bu işi kotarırken ne ölçüde sivrildiğime okuyucularım nasılsa bir şekilde kanaat getireceklerdir. Ben o "sokaktaki adam"dım. Gittiğim editör teyze, taslaklarımı okuduktan sonra: "Tu-tu-tu maşallah! Kötürkçe de yazarmış!" demişti. Yayıncının odasında dikkatimi çeken nesneden bahsetmem gerekirse; tıpkı kötülük dolu bir madlen gibi, beni yıllar öncesinin bazen tatsız, bazen de geri dönülmesi imkânsızlaşmış mutlu günlerine götüren antika duvar saatini parçalamak istedikten sonra nazikçe gülümseyerek el sıkışıp o büroyu derhal terk ettim [...] ».


_____
* Bu cümle bana nedense Hasköy'deki Evliya Çelebi'yi anımsattı.