11.9.08

Nerede o eski tutsaklar? (Parlakgenç yönetmenler için senaryo denemesi)

Küreğe mahkûm edilerek yaşamına İstanbul'da tutsak olarak devam eden bir Avrupalı düşünelim. Kışın tersanede yaşaması gerektiğinden, sağdan soldan aldığı sadaka dışında kendine ek gelir sağlamak için koyun yünü kırparak ördüğü çorapları muhafızların himayesinde şehir içinde satışa çıkıyor. Gezdiği evlerde özellikle Avrupalı elçi ve seçkinlerin oturmasına dikkat ediyor, çünkü yüksek tutardaki fidyesini ödeyebilecek birileriyle tanışması muhtemel.

Oryantalist bir filmde İtalyanca, Almanca veya Latince edilen birkaç söz sonrasında ve biraz da kaş-göz işaretinin ardından, işbirlikçi ev sahibi ve iri yarı adamları, oldukça korkutucu görünen yeniçeriyi pataküte vuruşarak yere sererler. Başkentinde bulundukları devletin egemenliğini tanımak gibi bir dertleri zaten olamaz, ortada ulus-devlet diye birşey yok ki (sanırım ulus-devlet de en çok gardiyanları pataklamak isteyen yabancıları caydırma konusunda işe yaramaktadır). Hem karşılarındaki de kötü ve pis bir Doğulu değil mi, elbette biraz dayak yemesi gerekiyor. "Bizim tebaamızı esaret altına alma hakkını kendinde nasıl görürmüş, gel düş önümüze, yeni tutsak sensin! Hah, şöyle!".

Neyse, yazıyı hâlâ okuyan birileri varsa, aralarında strese girip, sıkıntıdan sinirlenmeye başlayanlar olabilir. Bu noktada yine klişe, ama bu sefer bir Türk filmi senaryosunun devreye girebileceğini müjdelemekte, hattâ muştulamakta fayda var. Henüz tutsak edilen Türk yiğidi, tepesi atınca zincirlerini kırar ve kalan pranga parçalarıyla etrafında ne görürse bir güzel benzetir, boğazlar, varsa da güzel kızı alarak kaçar. Kendi kültürel ve dini konumu açısından bir kâfir tarafından kaçırılan kız -meselâ bir prenses- ise yeni duruma çok çabuk adapte olarak, önceleri "beni kurtaracak Malta şövalyelerinin seni ne tür işkencelerden geçireceklerini hayal bile edemezsin" derken, bir anda gösterdiği tutum değişikliği ve davranış bozukluğuyla fidyecisine âşık olur (bu Stockholm sendromunda da ne varsa!), haçlı kahramanları gelince de onları kışkışlamakta bir an bile tereddüt etmez.

En baştaki soyut ve azbuçuk da teorik tutsağımıza geri dönmek gerekirse. Yeteri kadar şansı varsa, bir şekilde yakınlık kurduğu nüfuz, yetki ve para sahibi bir seçkine fidyesini ödeterek hizmetine girecektir. Tutsağımız eğitimli ve üst tabakalara mensup biriyse, bu muhtaç olduğu tarafta uyandıracağı empati açısından önemlidir. Mutlu sonla biten hikâyesi muhakkak yazılı bir iz bırakacaktır. Şayet eğitimsizse, hem ülkesinin elçilerini veya seçkin dindaşlarını yanına çekmekte zorlanacak (hele de herhangi bir cürüm işlemişse), hem de kurtulduğu takdirde bizi bundan haberdar edebilecek bir kalıntı bırakamayacaktır. Kendi imkânlarıyla kaçanlarınsa, Akdeniz'de boğulmakta ya da korsan eline düşmekte hiç güçlük çekmeyeceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tavsiye edilen okuma:
Osmanlıda Bir Köle, Brettenli Michael Heberer'in Anıları (1585-1588), çev. Türkis Noyan (Suraiya Faroqhi'nin önsözüyle), İstanbul, Kitap Yayınevi, "Sahaf'tan Seçmeler Dizisi", 2003, 336 shf.

10.9.08

Son cankurbansal intihar mektubunun sonu

Francis Bacon, Three Studies for a Crucifixion, 1962.
Evvel zaman içinde, ana rahmine düşmeden, loğusa şerbeti içilen bir evde onun hayalini kurmuşlardı. İlerleyen aylarda şişik karnın başında nöbet şekeriyle beklemeye başladılar. Doğan çocuğun adı Hakkı Yetmez kondu. Otarsiye meraklı bir insan olacağını ne bilsinlerdi.

Hakkı, Niglia Nafutis'i dolandıran İsviçreli tatlıcı Joseph Schleiermacher-Walterfleischer'ın torunu olmaktan dolayı büyük sıkıntı çekti. Gittiği her çikolatacıda bu olgu başına kakılmasa da, o büyük büyük dedesinden bahsederek kendini zor duruma düşürmeyi başarıyordu.
J. Schleiermacher-Walterfleischer, İstanbul ziyaretinde keşfettiği Niglia Nafutis Çikolata İmparatorluğu'ndan çaldığı tariflerle Avrupa'da nam salmıştı. İyi burnu sayesinde aldığı her çikolata numunesinin muhteviyatını ayrıştırabilmişti. O dönemde yaratımının tescil veya patentini alması mümkün olmayan Niglia Hanım da nasıl tepki göstereceğini pek bilememişti*. Yıllar sonra yeni bir çıkış yakalaması gerektiğini anlayan 

J. S.-W., İstanbul'a geri dönerek Niglia'yla evlenme planları yapmaya koyulmuştu. Sakin ve soğuk bir intikamı yeğ tutan Niglia, Walterfleischer'in, olanbitenden haberdar ettiği ailesiyle görüşmesine izin vermişti. Protestanlığa yeni geçiş yapan Joseph'in, ismini Yusuf olarak değiştirerek Ortodoksluğu benimsemesi şart koşulmuştu. Tüm bunları yerine getiren Joseph'e Niglia'nın verilmemesinin başlıca nedeni olarak gereken parayı denkleştirememesi değil, Türkçe veya Rumca konuşurken r'leri yuvarlamaktan aciz oluşu gösterildi.

Hakkı, Charles Howard Hinton'ın 4. boyutuna ulaşamadığı için kendini asla affetmedi. Eylemlerinin kuramlardan yeterince etkilenmediğini görmek gerçekten de kahrediciydi. Buna karşın, eylemlerine uygun kuramlar üretmek için de kendini yeteri kadar becerikli bulmuyordu. Hissi kablel vukuya verdiği önemi, biraz da bilimsel temele sahip hipotezlerle dengelemeliydi. Bağımlılık yapmaya başlayan içgörü seanslarında öznesine dair edindiği bilgilerin insanlığı ilgilendiren bilişsel bir akıntının kollarından birini oluşturması pek olası değildi. İnsanlığın sahip olduğu bilişsel yetilerin ve tüm bilimsel bilgi birikimi bloklarını dengeleyen dördüncü boyutun dev ırmağının etrafında entelektüel güzellik peşinde koşarken, elinden gelen tek şeyin sarp vadilerdeki dikenli bitkileri poposuna batırmak olduğunu fark etmekte gecikmedi.

Artık gölgesi de yazdıklarında ona eşlik ediyordu. İzninden dinlenmiş olarak döndüğü belliydi. Gölgesinin varlığı sayesinde, Hakkı Francis Bacon gibi kendisini taklit ederek, kendi yapıtının pastişlerini yapan bir sanatçı olduğunu sanmaya başlamıştı. En azından ortaya
orijinal taklitler çıkıyordu. Prusya mavisine bulandığı kâbuslarında kendisiyle alay edebildiğini söyleyerek gülünç duruma düşüyordu. Zaten bu işi de başkalarının yanında kendisiyle dalga geçilmemesi için dizginliyordu. Bu durum da aslında ne kadar kompleksli olduğunu göstermekteydi. Yine de hiçbir şey 1933 Çarmıhı'na gerilmesini gerektirmezdi. Nitekim böyle birşey de zaten vuku bulmadı. Çarmıhın yaptığı çağrışımla acısız, hattâ keyifli bir ölüm için dondurulmayı düşündü, fakat buna feci biçimde üşendi. Poe'nun "M. Valdemar Olayı"ndaki gibi articulo mortis'te (ölüm anında) manyetize edilebilme ihtimalleri üzerine biraz hayal kurdu, fakat böyle bir deneyi gerçekleştirmeye gönüllü ve yeterli donanıma sahip hiçbir tanıdığı yoktu. Ölüm döşeğindeyken uyuduğunu ve sancısının olmadığını başına toplanan insanlara söyleyebilmeyi isterdi. Önemli olan bu tür bir deneyde M. Valdemar'a oranla potansiyel olarak yaşayabileceği fenomenolojik özgünlük ve eşsizlikti, herhangi bir tıpkıbasım beklememekle birlikte, bundan da kesinlikle rahatsız olmazdı. Kendini ne ölçüde gözlemleyebileceğiyse şimdilik gizemini koruyordu. Manyetizmanın etkisinde, ölmeden önce sorulan soruya, ölümünden birkaç dakika sonra, ölü olduğu şeklinde cevap verme senaryosu şüphesiz cezbediciydi Hakkı için; ama, yatağını çevreleyenleri düşürdüğü dehşetin boyutlarının ayırtına varamadıktan sonra, bu da en az toz almak ya da gaz faturası ödemek kadar anlamsız bir işti. Yine de, ölü bedeni aylar boyunca taze tutabilecek manyetik güçlerin sona ermesiyle birlikte, haftalar alacak çürümenin birkaç saniyeye sığabileceği düşüncesi Hakkı'ya heyecan veriyordu.

Bir gün, yanından geçen otobüste önde oturan bir kadından çok etkilenmişti. Yüzü görünmüyordu, ama kendisini güzel bulmamanın imkânsız olduğunu hemen anlamıştı. Kırmızı ve kolsuz üstünden çıkan mermerimsi omzunu cama dayayarak istemeden yapıştırıvermişti. Yayayken lânet okuduğu dörtdakikayirmiyedisaniyelikkırmızıışıklara ilk kez minnettar kaldı. Cama yapışan muhteşem omzu seyre dalan tek insanoğlu olduğundan çok emindi. Aynı sahneyi bir daha görmeden kendini öldürmeyeceğine yemin etti.

Yemin etme işini çok ciddiye aldığı söylenemezdi, daha önce neleri çiğnediğini anımsadı. Kayıp omzun peşinde geçirilen haftaların ardından, bu omuz arayışını kendini öldürmemek için bir bahane olarak öne sürerek bilincine ve algısına alçakça bir oyun oynadığını düşünmeye başladı.

Hakkı bir gün o kadınla tanıştı ve öldü. Belli ki, buluştuklarında tek yaptıkları kahve içmek değildi.


------
* Kaynak: Halit Agop Dimitriyu-Rozanes, Beyoğlu Çikolatasının Uzun Tarihi, Türkiye Çikolata Araştırmaları Enstitüsü (TÇAE), 1992, 694 shf.

9.9.08

Müze mi dediniz?

Biraz köşe yazarı, biraz da Feyza Hepçilingirler tipi Türkçe öğretmeni hüviyetine bürünerek günümüzde "müze" sözcük, kavram ve şeyinin farklı alan ve anlamlardaki kullanımlarına üç faal fail örneğiyle değinmek istiyorum:

1) Türkiye'deki tek Ermeni belediye başkanına sahip ve kalan son gerçek Ermeni köyü olan Vakıflı'yı, İstanbul Ermenileri için bir müze olarak addeden Etyen Mahçupyan. Vakıflı'nın yeniden inşası mümkün olmayan bir geçmişe ait olduğunu düşünüyor olabilir Mahçupyan. Burada kendisini Antakya'da açık hava müzesi gören İstanbul Ermenilerinin yanında konumlandırıp konumlandırmadığı ise pek belli değil. Tarihi ve kültürel mirası koruyarak gelecek kuşaklara aktarma, belli bir misyonun izinde bu müze işini yürütme hedefleri ön plana çıkıyor olabilir; fakat, bir köyü müze olarak görmek de bir bakıma kolonici devletlerin evrensel sergilerini ve metropollere getirdikleri egzotik insanları çağrıştırıyor. Bu durum "zorlama ve varolmayan entelektüel şema ve kalıplara oturtulan ve sadece görünürde insani temele oturan müzeler" kategorisine girmekte.


2) Masumiyeti sergileme çabasına girerek en kötü kitabını ("tek kötü" demek daha doğru) yazan Orhan Pamuk. Kitapta sözü geçen tüm eşyayı somutlaştıracak bir müze kurma çabası en başta ilginç gözüktü bana, ama anlatıcı Kemal Basmacı'nın iki sayfada bir "bunları da sergiliyorum" deyişinden usanmayacak insan tanımıyorum (zaten tanımadıklarım da çoktan bıkmışlardır). Kaldı ki sergilenen tüm ıvır zıvır da (hayatımın en mutlu anının küpesi, girişken işadamı arkadaşımın çıkardığı ilk meyveli Türk gazozunun şişesi ve reklamında oynayan Alman manken Inge'nin posteri, babamın o akşamki konuşmamızda giydiği pijamanın yakalığı, vs. vs.) kanımca, Orhan Pamuk'un ilk gençliği ve üniversite hayatı üzerinde önemli etkilere sahip ve kayda değer sayıda anıya meydan vermiş, Harbiye Karakolu'nun karşısındaki Alaaddin'in dükkânını yarı-bilinçli olarak kendi yaşanmışlıkları ve imgeleminin izdüşümünde yeniden yaratma çabasının bir sonucu. Yani altı yüz sayfalık bir romanın arkasına sığınan bir tür edebi ıvır zıvır koleksiyonculuğu —"çıfıt çarşısı" yazdığım dildeki asıl uygun ifadedir, fakat onun da bugün unutulmuş Antisemit kökenleri falan var— söz konusu. Kitabın en gereksiz detaylarını ezberleyen tuhaf okuyucular dışında kime ne ifade edeceği meçhul olan müzenin 2010'da açılacak olması bir yana, romanın sonlarına doğru bulunan müzeye giriş bileti, kapıdaki görevlinin damgayı taşırarak vurarkenki yüz ifadesi düşünüldüğü takdirde en iyi ihtimalle gülümsetebilir. Böyle bir şeye "müze" deme cesareti ayrıca tebrik edilmeli. Bunun dışında model olarak Alaaddin'in dükkânının esas alınışıysa esef verici. Alaaddin denen adamın cimriliğini falan soyutlamaya çalışalım; Nobelli yazarımızın zannımca en büyük eseri Kara Kitap'ta en az dört kez bahsi geçen "Alaaddin'den alınan yeşil tükenmez kalemler"den Alaaddin Bey'in bihaber oluşu, başlı başına yeterince utanç vericidir. Bugün Alaaddin'in yerine gidip yeşil tükenmez kalem isteyin, bulamazsınız; ki zamanında bunun yazılı olduğu sayfaları yaprak yaprak, hattâ çarşaf çarşaf bireysel pazar yerinin önündeki ağaçların gövdelerine asarak teşhir etmiştir. Orhan Pamuk'un bu son yaratımına kısaca "subuklama müze" diyoruz.

3) Eski ibadet yerlerinin (gayrimüslimlere ait) restorasyonunu üstlendikten sonra, mekânları sadece dini yönünden arındırma yanılgısına saplanmak ve "kilise" gibi kelimeleri zikretmemek için "müze" tabelaları asmaya pek meraklı Türk devleti. Aya Sofya 
« Müzesi »'nde dua etmenin resmen yasak oluşunu veya Van'daki Ahtamar'ın aslına uygun olarak tepesine dikilecek haçın ve kulesine konacak çanın zorunluluktan İstanbul/Nişanca'daki Patrikhane binasının rutubetli yeraltı dehlizlerine yollanışını bu bağlamda hatırlayabiliriz. Bu T.C. icadına "özgürlük kısıtlayıcı ve yoksayıcı türden palavra müze" dendiği görülmüştür.

Son olarak, ilham perileri Musalardan (Μουσαι) gelen "müze"nin (μουσειον) bu kadar çarpıtılarak değişik yönlere çekilmesi, geniş görünen muhayyilenin ve faydacılık namına kolaya kaçışın nelere kadir olduğunu gösteriyor.