23.10.08

Günün birinde şayet bir Ƙravat ya da duştatasarlanankurgudaancakböyleolur kurgusu


Oturduğum kahveye "
Alistavşanıtelaşesi" ile giren turist, bavullarını çay ocağının ücra köşelerinden birine koymasını istediği garsonu ikna etmek için daha hiçbir şey tüketmemişken cebine bahşiş olduğunu ima etmekten fazlasını yaptığı birkaç banknot tıkıştırarak yanımdaki masaya kuruldu (öte yandan, kahvelerdeki ofis kısmına "çay ocağı" denişi bana her zaman çok tuhaf gelmiştir). Oldukça ilginç bulduğum bu adam, Harikalar Diyarı'ndan değil, Kravatistan'dan geldiğini söylüyordu.

Düşmanları Seraplara nazaran Batı medeniyetine sahip çıkma hakkını kendilerinde daha meşru görüyorlardı (bunun kravatın icadından ötürü böyle olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde). Aynı dili konuşmadıkları iddiasının inandırıcı olmadığını artık kabullenmiş görünüyorlardı. Kravatları en çok sinirlendiren şey, hanımlarının da kravat taktıklarına dair yapılan şakalardı. "
Kravat kadınları kravat takmazlar, onlar sadece [« sadece » yerine
« zaten » denmeliydi] Kravattır!" diye haykıran Kravat erkeklerinin zaman zaman "Kravat kadınlarının Kravat oluşları kravat takacakları anlamına gelmez" dedikleri de olurdu. Serabistan'ın ismi ise, sürekli kendilerini arı kandan gelen büyük bir millet olarak gördükleri sırada (bu görülenlere, hattâ görüngülere birkaç kendini bilmez dış gözlemci "bunlar seraptır" demiş ve o günden beri de bu kavram yerleşik bir karakter kazanmıştı), hayallerini gerçekleştirdiklerini düşünürken uçurumdan aşağı, bazen de yukarı yuvarlandıklarıyla ilgili anlatılan halk efsanelerinden geliyordu. Birkaç yarı-şarlatan felsefe meraklısı, Seraplar örneğini temel alarak fenomenolojinin çürütülebileceğini öne sürmüştü.

A. B., C.-I. O.ve K. P. tarafından yazılan Fenomenolojiyi görüngübilime büyük katkılarıyla da tanınan Serap halkının sayesinde nasıl çöpe gönderdi(m)k¹ kitabından alıntılıyorum:

Bir rüyada olduğumuzu varsayalım. Bize görünen bir dünya oldukça, bunun rüyamızın bir parçası olup olmadığının en ufak bir önemi yoktur. Bu görüngünün olgusallığı su götürmez olmakla birlikte, kapılabileceği akıntılar dikkate alınmaksızın, bize görünen bu dünyanın imgesi ve tarafımızdan görülmekte olduğu düşüncesi, bunun sahiplenecebileceğimiz tek dünyanın hem kendisini hem de gerçekliğini teşkil ettiğini olumlamamız için yeterlidir. Bizimle oynayan şer dolu bir ilahi güç olasılığını tartışmayı gerekli görmemekle birlikte, karşımıza çıktığı takdirde kendisini kesinlikle kale almayacağımızı belirtelim (Descartes'ın "Birinci Meditasyon"u hakkında Kambouchner'in on yıllık -10- çalışmanın ardından durup dururken bin sayfalık
-1000- tez yazmadığını da her gün hatırlamalıyız).
Her neyse [sic], olur da, sağlam temelli ve anıtsal fenomenolojiyi dinamitleme isteğiyle bir gün yanıp tutuştuğunuzu hissederseniz, benzer bir şevkle bayraklarını ya da ulusal kahramanlarını ilgilendiren herhangi bir imgesel nesne gördüklerinde (ki bu durumda gösterdikleri fundamentalist tapınma unsurları, belli başlı varlıkları, bu varlıkları aslında sadece temsil etmek üzere tasarlanan objelerle ne kadar sapık bir düzeyde karıştırarak bir tuttuklarını bize gösterir) coşan azgın Serabistan kalabalıklarını anımsayınız. İçinde yaşadıklarına en azından iyi niyetli insanlar olarak bizim inandığımız evrenden koparak, uğrunda gözlerini kırpmadan öleceklerini söyledikleri vatan fikriyle (bu sözü ettikleri aynı günün öğle sonrasında borsada kaybettikleri paraya hayıflandıkları, örneklemimizde gözlemlenen 500 denek Serapın 476'sında görüldü)

------------------Arada 15 boş sayfa var------------------

katıldıkları kitlesel orjide Seraplara görünmeye ve Seraplar tarafından görülmeye başlayan ve başlanan (ünlü besteci Krikor Başlanyan'la bu durumun hiçbir ilgisi yoktur) varlığını Serabistan'a borçlu dünyanın birkaç saat boyunca gerçekliği hakkında şüphe duymak bir yana, tam tersine Serap halkının oluşturduğu kütlenin hiperbolik bir inancı vardır. Liderlerinin konuşmasının 293. dakikasında (bugüne dek daha erken veya daha geç gerçekleştiğine kimse şahit olmadı) bulundukları meydanın ortasında açılan uçurumdan birer birer yuvarlanan ve karanlıkların derinlikleriyle tanışan Seraplar, az önce yanıldıklarını kabullenmedikçe yeryüzüne çıkamazlar. Liderlerinin her seferinde uçurumla göz göze gelmemeye dikkat ederek tabanları yağladığını da bir kenara not düşmek gerekir. Onun bilinç akışıyla burada ilgilenmiyoruz. Kısaca Serabistan örneği, öznelere görünen dünyaların öznel bağlamda bile mutlak bir gerçeklik kazanamayacağını göstermiştir. Bu noktada belirleyici bir rol oynayan inkârcılık olgusu, genç araştırmacıların girebilecekleri yeni alanlar açmakla kalmamış, çok somut olarak da evrensel boyutta "uçurum acil yardım" işlevini üstlenmiştir.

_____
1. Łódź ["vuc" okuyunuz], Gitgel Yayınları, 1993, shf. 356-371.

22.10.08

Nedir bu yayın politikası? (i)


Blôg-u Gökşün için resimleyen: Nafutnigli.

Yazamadığı hakkında yazmaktan usanç duyduğundan, sonunda reaktif olmayan birşeyler çiziktirmeye karar vermişti. Belli belirsiz bir bulantı hissetmekle birlikte, kaleminin ucuna gelenlerin serbestçe uçuşmasına izin vermeye de pek yanaşmıyordu. Dört duvar arasında tek başına boş odasında daktilosunun başında otururken içgörü gezintilerine samimi olarak çıkmayı artık pek mümkün görmüyordu. Descartes'ın "Meditasyonlar"ını aşamayacağını bilerek çabalamayı ve can çekişmeyi de gittikçe daha anlamsız bulmaya başlamıştı. Aynı ortamda bulunduğu insanları her akşam kalemiyle katlederek kâğıt üzerinde ölümsüzleştirme denemeleri yine en büyük eğlencesiydi her şeye rağmen. Odasındaki boş sayfa karşısında dünyayı yerle bir edebileceğini bilen bir şizofrenin bilincine sahip olmak bile canını sıkıyordu son günlerde.

Varlığından da artık iyice şüphe duyduğu okuyucu kitlesine bir faydası dokunmadığından, İspanyolca fiil çekimlerinde kusursuzlaşma hedefini koydu kendine. Sistemi zaten içselleştirmişti, anlamını bilmediği fiillerde de dolayısıyla sorun yaşaması söz konusu olamazdı; yaklaşık dört saatte mümkün olan tüm kuralsızlıkları da ezberlemiş görünüyordu.

Duvardaki posterlerden harfler dökülmeye başladı. Gözleriyle her birini tek tek yukarı kaldırarak anlamlı birşeyler yazmaya çalıştı, ilk denemesinde sesli harf yokluğu sabit olmakla beraber, sessiz harf sıralarında da usûlsüzlük tespit edildi. Duvardan parça parça düşmeye başlayan harfleri çekiç ve matkapla sabitlemeyi kısmen başardı. Ardından görüşü yavaş yavaş kayboldu, belli ki duvarı yok etmek gerekiyordu. Bunu herhangi bir faydacılık gütmeden nasıl yapabileceğini düşündü ve başlarda bulamadı. Sonra yeniden bulamadı. Bunu çoğunluğun memnuniyeti için yapmadığını söyledikten sonra gülme krizine girdi ve haykırarak: "Tüm dünya benden ibaretse eğer, ekseriyet de ekalliyet de benden başkası olamaz!" dedi. Argüman görünümündeki imgelerle zorunlu olarak daha fazla cambazlık yapmayı becerememeye devam edeceğini görerek yerinden kalktı.

Futbol maçı olarak anlatılan bir klasik müzik konserinde hayal etti kendini. Atayspor'da ikinci kemancıydı. Bunun anlamı birinci olacak kadar iyi olmadığı değildi. Aşağılık kompleksine sahip birinci kemancının ön plana çıkmasına izin vererek onun açıklarını kapatıyordu. Bu durumdan "tandem" diye bahsedilmesi hoşuna gitmezdi, ama bazen başka bir ifade bulamayanlara tahammül edebilmeyi seviyordu. Kendi kelimeleriyle belirtmek gerekirse, birinci kemancıyla bir tür şarlatanustatecrübeliçırakilişkileri vardı.

19.10.08

İstisnorm: 'Marx 21. yüzyılda da entelektüel referans'


Sesonline (Paris) – Hayri Gökşin Özkoray

Paris'te 2005'ten beri düzenlenen “21. yüzyılda Marksizm” seminerinin bu yılki açılışı 18 Ekim Cumartesi günü Sorbonne'da
Michael Löwy'nin “Kafka ve Sosyalizm” konulu konferansıyla yapıldı. Löwy, güçsüz bireylerin egemen güçler karşısındaki konumunu betimleyen “kafkaesk durum”un günümüzdeki Guantanamo hapishanesi için de kullanılabileceğini belirtti.

Marx'ı siyasi boyutuyla yeniden değerlendirmeyi amaçlayan konferanslar dizisi, bir dönem Galatasaray Üniversitesi'nde de ders veren Paris 1 Panthéon-Sorbonne Üniversitesi felsefe profesörü
Jean Salem'in kurduğu 'Modern Düşünce Sistemleri Tarihi Merkezi' (Centre d'Histoire des Systèmes de la Pensée Moderne) tarafından düzenleniyor. Seminerin başlangıcında Karl Marx'ı 21. yüzyılda akademik evrende bir entelektüel referans olarak tekrar oturtma hedefinin altı çizildi.

"Kafka Bir Sosyalistti"

Kısa süre önce
Franz Kafka: Boyun eğmeyen hayalperest başlıklı yeni kitabını çıkaran günümüzün belli başlı Marksist fikir adamlarından Michael Löwy, Franz Kafka'nın (1883-1924) yapıtının gerek ortaya konuşu, gerekse algılanışı bakımından önem taşıyan politik yönü üzerinde durduğu bir konuşma yaptı. Sözlerine Kafka'nın sosyalist olduğunu vurgulayarak başlayan Löwy, yazarın kültürel kökenlerinin etkisiyle gençliğinde Prag'da “Alman Öğrenciler Birliği”ne üye olmasına karşın, bu derneğin şovenizmini tamamen reddettiğini hatırlattı. Marx'tan tek bir satır okumayan ve dolayısıyla Marksist bir sosyalist olmayan Kafka, Löwy'ye göre zaman zaman anarşizme de göz kırpan özgürlükçü sosyalizme büyük sempati duyuyordu. Franz Kafka'nın biyografisini yazanlar arasında çok az kişinin yazarın siyasi kimliğini tarihsel gerçekliğine sadık kalarak tanıttığını ve birçoğunun sosyalist eğilimlerini tamamen görmezden geldiğini belirten Löwy, Praglı yazarın siyasi eylemlerinin özellikle 1909-1912 yılları arasında yoğunlaştığını anlattı: “1909'da İspanya'da özgürlük savaşçısı Francisco Ferrer'in suikaste uğramasıyla ilk anarşist sokak eylemlerine katılan Kafka, günlüğünde ve dostu Gustav Janusch'la yaptığı konuşmalarda Rus teorisyen Pyotr Alekseyeviç Kropotkin'e sürekli göndermede bulunmayı ihmal etmiyordu. Aktif bir militan olmayan Kafka, Prag'daki anarşist hareketin toplantılarına bu üç senelik dönemde sıklıkla katıldı”.

1920 dolaylarında çağdaşı birçok anarşist gibi 1917 İhtilali'ne yakın ilgi duyan Kafka'nın bu konuda metresi
Milena Jesenska'ya 1920'de yazdığı mektuptan örnekler veren Löwy, Çekoslovakyalı yazarın Bertrand Russel'ın Bolşevik Devrimi'yle ilgili kaleme aldığı bir makalesini nasıl tartıştığını aktardı: “Russel'ın makalesini okuyunca büyük heyecan duyan Kafka, İngiliz filozofun despotizm uyarısına katılmadığından bu bölümü sevgilisine yolladığı metinden makasladı. Kafka'nın konumu, Russel'ın Marksizm-Leninizme getirdiği iki temel eleştirinin tam tersindeydi. Devrimi tüm dünyaya yayma hedefi kozmopolit bir kimliğe sahip Kafka için biçilmiş kaftandı. Bunun yanı sıra, Russel'ın Marksizme akılcı değil, dini bir karakter atfetmesi, insan türünün daha adil bir dünya inşa etme çabasının ruhani bir mesele olduğunu söyleyen Kafka'nın işine geliyordu”.

Kafka'nın anarşizme yakın düşünce çizgisini edebi eserlerinde birebir bulmaya çalışmanın büyük bir hata olduğunu kaydeden Löwy, yazarın otorite karşıtı ruh halininin roman ve hikâyelerinde ön plana çıktığının altını çizdi. İki kez ayrıldığı nişanlısı
Felice Bauer'e yazdığı mektuplarda sonsuz bir bağımsızlık açlığı çektiğini ifade eden Kafka'nın çıkış noktası Löwy'ye göre babasına karşı giriştiği başkaldırı. Bu noktada Löwy, Kafka'nın “Babaya Mektup”ta işlediği aile içi tiranlıkla, bir zamanlar bir parçası olduğu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Franz Joseph etrafında kurulu ataerkil yapısı arasında bir bağ kurulabileceğine değindi.

Siyasi kavramlarla değil, kurgusal durumlarla hareket eden Kafka'nın yarattığı karakterlerin gittikçe anonim ve birey-ötesi bir hal alan otoriteye maruz kaldıklarının üzerinde duran Löwy, dönüm noktasını oluşturan metin olarak “
Ceza Kolonisi”ni gösterdi: “Komutanına hakaret ettiği gerekçesiyle ölüm cezasına çarptırılan bir askerin idamının konu edildiği bu öykü bir Fransız kolonisinde geçer. Anlatıcı adaya yeni gelen ve küçük bir toplantı olarak tertiplenen idam törenine davet edilen yolcudur. Kafka, cellat olarak tasarladığı makineyi uzun uzun tasvir eder (ki baş karakter de idam makinesinin ta kendisidir). Ölüme hazırlanan askerin sırtına makine mahkûmiyetinin bir dövme gibi kazır: üstlerini onurlandıracaksın. Bu anlatı hakkında yapılması gereken tespitlerden ilki, Birinci Dünya Savaşı'nın üçüncü ayında (Ekim 1914'te) kaleme alındığıdır. İkinci Sanayi Devrimi'yle birlikte savaşın nasıl mekanikleştiğinin işlendiği bu metin, aynı zamanda sömürgeciliğin altın çağını yaşayacağı 20. yüzyılın başında kolonilerle ilgili radikal bir eleştiri taşıyan ender örneklerdendir. Anti-militarist olduğu konusunda fazla kuşku duyamayacağımız Kafka, 1916'da başlattığı imza kampanyasında sinir hastası gazilerin bakımı için psikiyatri hastanelerinin kurulmasını savunmuştu (sinirsel hastalıkların askeri dünyadaki makineleşmeden kaynaklandığını ima ediyordu). Babası tarafından bir böcek gibi görüldüğünden yakınan Kafka, Birinci Dünya Savaşı'yla birlikte bireylerüstü bürokratik, askeri, hiyerarşik iktidarın, insafsızlıkta babaerkil zorbalığın çok ötesinde olduğunu anladı”.

“Kafkaesk Durum”

İkinci Dünya Savaşı'nın ardından “
kafkaesk durum” ifadesinin günlük kullanımda yer ettiğini belirten Löwy: “Bu kavramı günümüzdeki Guantanamo hapishanesine kadar getirebiliriz” dedi. Kafka'dan önce sosyal ve siyasal bilimlerin her şeyi üst-yapıların, devletin gözünden araştırdıklarını ve otorite karşısındaki bireyle kesinlikle ilgilenmediklerini vurgulayan Löwy, eleştirmenlerin bu olguyu uzun süre gözden kaçırmalarına rağmen, Kafka okuyucularının kör ve kişilerüstü iktidar odakları karşısındaki mütevazı bireyin durumunu doğrudan yaşayan insanlar olarak son derece iyi anladıklarını söyledi.

Kafka'nın külliyatının analizinde en doğru saptamaların Marksist düşünür ve yazarlara ait olduğunu savunan Löwy, sözlerini
Theodor Adorno, Bertolt Brecht ve -Marksist olmayan- Michel Foucault üzerinden sürdürdü: “Adorno, Kafka ile sürrealistler (gerçeküstücüler) arasındaki benzerliği ve anlatılarının okuyucu üzerindeki etkisini, ilk sinema filmlerinde beyaz perdeden salondaki izleyicileri ezmek üzere çıkacakmış gibi duran lokomotif örneğiyle açıklar. Brecht, 1937'de modern Çekoslovakya edebiyatı üzerine yazdığı makalesinde, Kafka'nın totalitarizm -hem faşizm, hem de Stalinizm- konusunda müthiş bir öngörüye sahip olduğunda ısrarcıdır. Kafka'nın kehanetleri hakkındaki bu yaygın kanaate katılıyorum. Fakat, Kafka'nın öncelikle özgürlükçü bir sosyalist olduğu unutulmamalı. Dava'nın başında sabahın köründe polis tarafından yatağından kaldırılan Joseph K. anayasal ve adil bir devlette yaşadığına inanır, bir diktatörlükte falan değildir. Bu yüzden, Kafka'nın devleti sadece devlet olduğu için hedef aldığı söylenebilir ve bu okumayı herkes yapamasa da, Dava'da çok açık bir isyana teşvik vardır. Tabii ki, Kafka'nın çizdiği bireyi ezen, insanı temel almayan bürokrasi tablosu, Çekoslovakları Sovyetler Birliği yönetimi konusunda bilinçlendirerek, 1968'in Prag Baharı'nın tetiklenmesinde dolaylı bir rol dahi oynamıştır. Öte yandan, Kafka'nın “biyo-politika” konusunda, siyasi iktidarın insan vücuduna nasıl yaklaştığını tahlil ederek Foucault'nun çalışma ve dersleriyle derinleştireceği sahada ilk adımı attığını düşünebiliriz”.

Kafka'nın kapitalist sistem üzerine kurulu yönetim hakkındaki tespitlerinin, Sovyet bürokrasisiyle de örtüştüğünü görmeyi önemseyen Löwy, konuşmasını yazarın bireysel özgürlük hassasiyetinin yapıtındaki en belirleyici unsur olduğunu ileri sürerek bitirdi.

>>Daha fazla bilgi ve geçmiş senelerin arşivleri için bkz: http://semimarx.free.fr

http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa.php?KartNo=52263

16.10.08

11.10.08

İstisnai yayınlara devam: Pro Hieronymus, le commentaire rapide et introductif d'un extrait du "Domesday Book"




Extrait:

LE DOMESDAY BOOK (1086)


I. Le roi envoya ses hommes à travers toute l’Angleterre, dans chaque comté ; ils devaient compter le nombre de hides dans chaque comté, quelle quantité de terre ou de bétail le roi lui-même avait dans le pays, quelles redevances lui étaient dues annuellement dans le comté. Il fit aussi évaluer l’étendue de terres que possédaient ses archevêques, ses évêques, ses abbés, ses earls, la quantité de terre ou de bétail possédée par quiconque occupait une terre dans le royaume, et leur valeur en argent. Cette enquête fut menée si rigoureusement que pas un seul hide, par un yard de terre, par un bœuf, une vache ni un porc ne fut oublié ; il est honteux de le relater, mais il semble que le roi n’ait pas eu honte de le faire.

II. Lorsqu’à l’époque du roi Édouard un subside général était levé, chaque hide dans tout le Berkshire, versait trois deniers et une obole avant la Noël et autant à la Pentecôte.

Si le roi envoyait une armée dans une région, quelle qu’elle soit, un seul guerrier y allait pour cinq hides et pour sa subsistance ou sa solde, chaque hide versait 4 sous pour deux mois. Ces deniers n’étaient pas remis au roi mais aux guerriers. Si quelqu’un était convoqué pour une expédition et n’y allait pas, toute sa terre était confisquée au profit du roi. Si quelqu’un se procurait un remplaçant pour rester et si ce remplaçant qui devait être envoyé restait aussi, le maître du remplaçant payait 50 sous.

Lorsqu’un thegn ou un guerrier appartenant au roi mourait, il laissait comme relief au roi toutes ses armes, un cheval avec une selle et un cheval sans selle. S’il avait des chiens ou des faucons, ils étaient offerts au roi, qui les prenait s’il voulait.

Si quelqu’un tuait un homme ayant la paix du roi, son corps et ses biens étaient confisqués au
profit du roi.

Si quelqu’un pénétrait la nuit par force dans une ville, il payait 100 sous au roi et non au sheriff.

Si quelqu’un était convoqué pour aider à la chasse du roi et n’y allait pas, il payait au roi une amende de 50 sous.

III. La terre du comte de Mortain

Dans la centaine de Tring. Le comte de Mortain tient Berkhamsted. Estimé à 13 hides. Il y a de la terre pour 26 charrues. En domaine 6 hides avec 3 charrues ; il pourrait y en avoir 3 autres. Ici, un prêtre, 14 villeins et 15 bordiers ont 12 charrues. Il pourrait y en avoir 8 autres. Ici, 6 esclaves, un fossier qui a 1/2 hide et Renouf, serviteur du comte, qui a une vergée. Dans le bourg de cette agglomération, 52 bourgeois qui rendent 4 livres du tonlieu, ont 1/2 hide et deux moulins valant 20 shillings. Ici, deux arpents de vigne. Un pré pour 8 charrues. Des pâturages pour les bêtes de l’agglomération. Un bois de mille porcs et 5 shillings. Valeur totale de 16 livres. Quand il le reçut 20 livres. Au temps du roi Édouard 24 livres. Edmar, thegn de l’earl Harold, tenait ce manoir.

Renouf tient du comte Shenley. Estimé à un hide. Il y a de la terre pour deux charrues. On en trouve une et il pourrait y en avoir une autre. Ici, deux bordiers. Des pâturages pour le troupeau. Un bois de 100 shillings. Valeur de 5 shillings. Quand il le reçut 3 livres. A l’époque du roi Édouard 4 livres. Deux sokemen tenaient cette terre : l’un housearl du roi Édouard et l’autre un homme de l’earl Lewin. Ils pouvaient la vendre.

Le comte lui-même tient Aldbury. Estimé à 10 hides. Il y a de la terre pour 7 charrues. En domaine, 6 hides et 3 charrues. 8 villeins, un sokeman et un Français ont 4 charrues. Ici, un bordier et 4 esclaves. Des prés d’1/2 hide. Un bois de 500 porcs. Valeur totale de 110 shillings. Lorsqu’il le reçut, 8 livres et autant à l’époque du roi Édouard. Alwin, thegn du roi Édouard, tenait ce manoir.

Traduit du vieil-anglais. Provenance : Two of the Saxon Chronicles parallel with supplementary extracts of the others, éd. J. Earle et C. Plummer, 2 vol., Oxford, 1892-1898.

Indications bibliographiques :
M. DE BOUÄRD, Guillaume le Conquérant, Paris, Fayard, 1984.
J.C. HOLT (dir.), Domesday Studies, Woodbridge, The Boydell Press, 1987.
K. MORGAN, Histoire de la Grande-Bretagne, Paris, A. Colin, 1985.
C. PETIT-DUTAILLIS, La monarchie féodale en France et en Angleterre, Xe-XIIIe siècles, Paris, 1971.



Essai d'introduction:

Le
Domesday Book (le surnom “Le Livre du Jugement dernier” a été donné par des contemporains) est le résultat d’une enquête ordonnée par Guillaume le Conquérant en 1085 dans l’objectif de dresser l’état des ressources du Royaume d’Angleterre par l’intermédiaire du recensement de tous les domaines et leurs tenants. Les enregistrements effectués sous serment par des commissaires au cours de l’année 1086 ont composé le Domesday.

Son titre original est «
Descriptio totius Angliæ », ce qui signifie qu’il s’agit de la description territoriale et de l’inventaire des revenus de la couronne d’Angleterre. Le Domesday est une descriptio, un grand répertoire cadastral qui fait partie de la documentation fiscale et socio-économique, et constitue un acte de la pratique. Il est possible de parler de son caractère normatif dans la mesure où cet édifice colossal fixe les responsabilités fiscales de chaque propriétaire et/ou tenancier envers la couronne.

L’extrait proposé de l’enquête, rédigé par un clerc normand en latin comme la totalité du
Domesday, s’ouvre par un préambule qui indique le résumé du contenu et des objectifs de l’acte ordonné par Guillaume, non sans critiquer l’aspiration panoptique du souverain. Ces considérations générales sont suivies d’une description du déroulement de la levée d’un subside général sous le règne du roi anglo-saxon Edouard le Confesseur (St. Edward the Confessor, 1042-1066). Dans cette deuxième partie de l’extrait, les relations des guerriers avec le prédécesseur de Guillaume sont détaillées ainsi que leurs devoirs. L’auteur explique comment les domaines militaire et de la sécurité étaient maintenus dans le cadre royal. En dernier lieu, l’inventaire des terres du comte de Mortain, vassal du roi, est donné. Les résultats de l’enquête menée sur les terres du comte de Mortain à Berkhamsted, à l’Est d’Oxford, indiquent le nombre des unités imposables, la valeur des revenus de chacune avec leurs moyens et capacités d’exploitation, les noms des tenanciers actuels et des détenteurs d’avant l’invasion normande.

Le commentaire de ce document peut s’organiser autour de l’affirmation selon laquelle, en dépit des transformations engendrées par l’invasion normande, le règne de Guillaume et plus précisément la rédaction, l’entreprise et le contenu du
Domesday se situent dans une continuité, et non pas dans une rupture profonde et brutale avec l’administration anglo-saxonne. Nous pouvons nous poser la question : « dans quelle mesure ce document incarne ou illustre ce que Jean-Philippe Genet appelle « la deuxième conquête normande » (celle de l’administration) ? ».

6.10.08

İstisnai Blôg-u Gökşün yayını - Olli Rehn: 'Türkiye laiklik ve demokrasiyi aynı anda savunursa sonuç alır'

[Sesonline] PARİS / ÖZEL-Avrupa Birliği Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu temsilcisi Olli Rehn, önceki gün (3 Ekim) Paris'te "Ecole Normale Supérieure"de (*) “2009: Batılı Balkanlar'ın Yılı” başlıklı bir konferans verdi. [Paris'ten, Hayri Gökşin Özkoray'ın özel haberi...]

AB'nin genişleme ajandasının Aralık 2006'da toplanan AB Konseyi'nde açıklığa kavuşturulduğunu ve düzenli bir rotaya oturtulduğunu belirten Rehn, genişleme politikasının en başta verilen sözlerin tutulmasına (pacta sunt servanda ilkesi) dayandığı üzerinde durdu.
Olli Rehn, Türkiye'yle üyelik müzakerelerinin resmen başladığı 3 Ekim 2005'ten bu yana tam üç yıl geçtiğini hatırlatarak, üyelik hedefinin Avrupa'nın güvenliğinini doğrudan ilgilendiren bir konu olmakla birlikte, medeniyetler arası diyalog için de hayati önemi bulunduğunu kaydetti. Müzakerelerde kendiliğinden ilerleyen bir mekanizma olmadığını söyleyen Rehn, üyeliğin ancak tüm kriterler yerine getirildikten sonra gerçekleşeceğinin altını çizerek, bu süreçte “çabukluk değil, kalite önemli” dedi.
Sözlerini,“genişleme politikamızın diğer temeli iletişimdir” şeklinde sürdüren Finlandiyalı AB temsilcisi, aday ülkeler gibi, üye ülke yurttaşlarının da destek ve onayının gerekliliğinden söz etti.

Sesonline.net için Rehn'e yönelttiğim “AKP'nin üyelik müzakerelerinde kararlı ve samimi olduğunu düşünuyor musunuz? Yoksa sizce AKP, AB sürecini TSK'ya karşı direnebilmek adına bir dayanak noktası olarak mı görüyor?” şeklindeki soruma Rehn; "üyelik müzakerelerinde Türkiye'nin hem laikliği, hem de demokrasiyi aynı anda savunarak sonuç alabileceği" yanıtını verdi.

Rehn, konuşmasının devamında AB'nin Türkiye ve diğer aday ülkelere verdiği kurumsal taahhütlere değinerek, 27 üye ülke siyasetçilerini sorumluluğa davet etti. Türkiye'nin 1963'ten beri adaylık hedefinin olduğunu, 1995'te Gümrük Birliği'ne girdiğini ve 1999'da aday ilan edildiğini hatırlatan Rehn, “imtiyazlı ortaklığın” zaten de facto mevcut olduğunu, bu yüzden Türkiye'nin 'tam üyelik' dışında hiçbir öneriyi kabul etmeyeceğini vurguladı.

Bir soru üzerine “Akdeniz Birliği” projesinin tam üyelik hedefine herhangi bir alternatif oluşturmadığını ifade eden Olli Rehn, 5 Kasım'da AB Komisyonu tarafından açıklanacak “2008 Genişleme Paketi”nde üyelik yolundaki tüm ilerlemelerin ayrıntılı olarak ele alınacağını duyurdu.

TÜRKİYE'NİN ARABULUCULUĞU

Olli Rehn, Türkiye'nin stratejik önemi hakkında ise, gerek diplomatik faaliyetleriyle, gerekse çoğunluğu müslüman olan bir toplumda yarattığı 'laik demokrasi' modeliyle bölgesel olarak birinci derecede bir aktör olduğunu söyledi. İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye çatışmalarındaki arabuluculuğun yanı sıra, Kafkasya'daki dengelerde Ermenistan'la ilişkilerin normalleşmesi için atılan adımların Türkiye'nin kendi coğrafyası ve AB için merkezi rolünü gösterdiğini dile getirdi. Komisyon'un genişlemeden sorumlu yetkilisi Türkiye'yle ilgili sözlerine şöyle devam etti:
“Uluslararası barış misyonlarına katılımı, terör, uyuşturucu ticareti, insan ve silah kaçakçılığıyla mücadeledeki işbirliğiyle Türkiye, AB'ye vatandaşlarının emniyeti için çok etkin bir yardım sağlıyor. Öte yandan, ülkenin ekonomik büyüme hızı çok etkileyici ve makro-ekonomik düzlemde son beş yılda sağlanan istikrar, üyelik hedefine çok şey borçlu. Türkiye, şirketlerimiz için kayda değer bir pazar teşkil ediyor. Fransız kamuoyunda gündeme gelen tartışmalarda hiç sözü edilmese de, Fransa, Türkiye'deki ikinci büyük yatırımcı ülke. Avrupa'nın enerji güvenliği ve çeşitliliği açısından da Türkiye çok kilit bir rol oynayacak konumda. Türkiye son iki yıldaki ikinci büyük siyasi krizini atlattı. Burada AB üyeliği perspektifinin hiçbir etkisinin olmadığını söyleyemeyiz. Türkiye'de artık laiklerle müslüman demokratların bir modus vivendi'ye [uzlaşmaya] varmalarının vakti geldi. Eğer Türkiye AB'ye üye olmak istiyorsa, yeni kurulacak açık toplumda bu iki kamp arasındaki denge unsurlarının ve bir arada yaşama yollarının bulunması şart”.



“SIRBİSTAN ADAY OLABİLİR”

Genişlemenin Batı Balkanlar kanadıyla ilgili olarak, Sırbistan'ın, Ratko Mladiç'i Lahey'e teslim etmesi ve gerekli reformları yapması halinde 2009'da aday statüsünü alabileceğini duyurdu. Bölgede yılın en büyük olayının Kosova'nın 17 Şubat'taki bağımsızlık ilanı olduğunu söyleyen Rehn, AB'nin Kosova'nın siyasi ve ekonomik istikrarı için gereken tüm çabayı sarf ettiğini belirterek, AB Komisyonu yardımcı başkanı Jacques Barrot'nun Balkanlar'ın entegrasyonu adına vize uygulamasında 2009'dan itibaren serbestleşmeye gidilebileceğine dair sözlerini aktardı.

Olli Rehn konuşmasının sonunda filozof Raymond Aron'dan “Evrensel tarihin gelecekte dramatik olmayacağını söylemek için elimizde hiçbir veri yok” cümlesini alıntılayarak, yirminci yüzyıldan bu yana Avrupa'nın en barışçıl dönemini yaşamakla birlikte, tarihin sonunda olmadığımızı ve bu yüzden genişleme listesindeki ülkelerde toplumsal ilerleme, demokratikleşme ve barış için daha çok çalışılması gerektiğine inandığını söyledi.

(*)
Sosyal bilimler, edebiyat ve fen alanında Fransa'nın elit okulu. "Normale Supérieure" ifadesi öğrencilerin üstün zekâlı olduklarını ima ediyor. Bugüne dek bildiğim kadarıyla T.C. vatandaşı hiçbir mezunu olmadı.