31.12.07

Evliya Çelebi Hasköy'de ya da bir pastiş denemesi



Sevgili üstāım Nicolas Vatin'e.


“[...] Bosna'nın fethi henüz tamamlanmamıştı, ben de yeni nâhiyelerde nüfus sayımlarıyla meşguldüm. Kışlar sert geçiyordu. Tâ Yıldırım Bayezid zamanında alınan Stavritza köyüne yaptığım ziyarette ise tuhaf bir şekilde burada doğduğum ve küçükken devşirildiğim fikri aklımı kurcalamaya, daha sonra da kemirmeye başladı ve bu durum haftalarca sürdü [...]”*




(...)

"Bütün Yahudilerin mezarları bu Hasköy dağlarında beyaz çakıl taşı gibi yere serilmiş yatarlar. Başka yerde olmak ihtimali yoktur. Üsküdar ve Galata'dan hep bu yere getirirler. Ancak birkaç senedir hahamları izin vermiştir. Hâkim izni ile başka yerde de maşatlık yaptılar. Bu Hasköy mezarlıkları yakınında İne Ayazma [εἴναι ʻαγιάσμα] adlı bir tatlı su vardır, mahmûm-ı ribâ'a (bir tür sıtma) tutulan insan yedi kere içip yıkanırsa bu sıtmadan kurtulur. Rûm tâifesinin ziyâretgâhıdır.



"Hakîrin aşk aleminde olduğum bir cumaertesi gecesi buradaki Yahudi mezarlığı içinde "Gel tâliim gel" diye seslendim de gulyabani bir dev belirince korkumdan "Yâ Hâfız" diye haykırıp bu İne Ayazma içinde o gece (124 b) gizlenip bî-hûş olduğum maceram; inşallah yerinde yazılır ki, yaratılmış bir kimsenin başına gelmemiştir (a)." (Evliya Çelebi, İstanbul Seyâhatnâmesi, I, 1, 244, İstanbul, YKY, 2006 (2003), shf. 375).



Vermekten usanmadığı abartılı rakamlar, harfiyen inanıldığı takdirde insanı şehir hakkında büyük yanılgılara düşürecek ayrıntılar gibi devamını Seyâhatnâmesinin hiçbir yerinde getirmeyeceği bu hikâye de Evliya Çelebi'nin okuyucularına oynadığı oyunlardan biri (1). On yıllar boyunca binlerce fersah kat ederek yaptığı seyahatleri bahane ederek "devamını inşallah başka bir yerde getiririm" dedikten sonra o gece başına gelenleri unutuverdiğini öne sürmek oldukça cılız ve üzerinde fazla düşünülmemiş ve sağlam dayanaklardan yoksun bir hipotez teşkil eder. Evliya Çelebi'nin oldukça kurnaz, nüktedan, ustaca inceliklere başvuran ve yazdıklarının muhtemel getirisinin bilincinde bir gezgin olduğunu okuyucuları bilir. Genellikle dini temalar kullanarak okuyucuları üzerinde belli etkiler yaratma çabalarının farkında olanlar, burada "inşallah" ifadesinin boşuna kullanılmadığını da kolayca anlayabilirler. Ama, "demek ki kısmet olmamış devamını getirmek" gibi bir kanı da oldukça safça bir yaklaşım olur, bir nevi bu pasajın gizemi hakkındaki soruları kestirip atmaktır. Kısacası, bu işi ben üstlenmeye çalışacağım. Karşısına çıkan hayalet 1633 yangınında can vermiş bir Yahudi olabilir. Ayazmanın tarihçesi hakkında konuşurlar ve kaynak üzerindeki lânet hakkında Evliya Çelebi'yi önemli bir insan olduğu için uyarmış olur hayalet. Evliya Çelebi böylece kökenlerini ve soyluluğunu yüceltir. Nüshaları özel koleksiyonlara dağılmış ve hikâyenin devamını getiren birtakım hayali elyazmaları keşfedildiği takdirde ortaya çıkacağı varsayılabilecek metnin günümüz Türkçesinde sadeleştirilmiş hali aşağı yukarı şöyle olabilirdi:



”O gece ayazmanın hayrını görmek maalesef bana nasip olmadı. Yüzümü yuma imkânım dahi yoktu. Seyrine dalmaktan kendimi alıkoyduğum gûl konuşmaya başlayınca bir müddet sonra korkudan titreyişlerim son buldu.

“Murdehay Efendi meşhur 1633 yangınında can veren bir ihtiyarmış. Oğlu Haim tefecilikle uğraşırmış. Neyse ki bahriye teşkilâtımızı talan eden o hayırsız tahıl tüccarlarından değilmiş. Yüzlerce insanı, haneyi, sinagogu, kiliseyi telef ve tahrip eden âfeti bu sefer görünmeyen gizli güçler falan çıkarmamıştı; muhakkak ahşap yapılaşma ve sıcak havaların bir tesiri var idi, lâkin bizzat Haim Efendi harike sebep olan ateşi Kanuncıyân Usta'nın mûsikî dükkânına vermişti. Usta Krikor Kanuncıyân ödemelerini hayli geciktirmişti, Haim Efendi'nin niyeti de yalnız ihtarda bulunmaktı. Yol açtığı yıkım Hasköy'ün tek Ermeni mahallesini aşarak semtin kalbini oluşturan onlarca Yahudi mahallesine kadar inmişti. Harik memurları (itfaiyeciler) yetişene dek ne yanacaksa kül olup gitmiş, mahalle sakinleri takdire şayan kûşişleriyle (çabalarıyla) yangını söndürebilmişlerdi. Ha, ayrıca Takiyüddin'in 1580'de Tophane sırtlarındaki rasathanesi Kılıç Âli Paşa tarafından topa tutulmadan, bu yangın konusunda etrafındakileri uyardığı rivayet olunurdu. Her şeye rağmen, yangında görülebilecek tek hayır da yine Yahudi cemaatine ilişkindi. Sefarad ve Aşkenazlar aynı sokakta bile birlikte yaşamaya yanaşmazken bir anda aynı sinagoglarda ibadet eder hale gelmişlerdi. Zorunlu bir kaynaşma olsa da, âfet döneminde aralarında dayanışma sağlanmıştı hakikaten de.



“Haim Efendi ise ailesinin telef olduğunu öğrenince intihar etmeyi seçmişti. Kendini bu meşhur İne Ayazma'ya atarak boğulmuştu. Dolayısıyla ayazma da o günden beri, çürüyen bedenin etkisiyle, şifadan ziyâde hastalık dağıtır olmuştu. [Murdehay Efendi de, doğumunda bir Mevlevî şeyhinin yüce bir kişi olacağını söylediği, Konstantinopolis düştüğünde Fatih'in ordusunda sancaktarlık yapan Yavuz Er Sinan'ın soyundan gelen Evliya Çelebi'yi bu konuda uyarma nezaketini gösterir.]

“Nebîl [soylu] bir aileye mensub olduğumu bildiğini söyleyen Murdehay Efendi'nin benden bir talebi vardı. Muhabbeti bu kadar hoş bir gûlün önceleri benden birşey istemeyecek gibi durmasını acaib bulmuştum tabii. Haim'i ayazmadan çıkarıp az ötedeki Yahudi mezarlığını bekleyen bostancıbaşına teslim etmemi istiyordu ki levâzımatçılar çağırılsın. Az önce aldığım abdestin geçersiz olduğunu anladım, gerçi ardından bir Yahudi meyhanesinde Ketehorya şarabı içmeyi düşünmüyor değildim, ama önce âb-ı hayat için gelmiştim. Pek methini duyduğum ayazmadan da mezar kazarak geri dönmemek için direnmeye karar verdim.



“İbranice konuşmaya başladım, Murdehay Efendi'yi hazırlıksız yakalamıştım. Beni korkuttuğu kadar onu hayrete düşürdüğümü söylesem yeridir. Bana ne biçim bir oyun oynarsın böyle Murdehay Efendi, madem ki dediğin kadar asilzâdeyim, dedim. Beni revani, saçma sapan konuşan biri de sanma, diyerek ona Yavedûd'un hikâyesini anlatmaya koyuldum. Fatih Konstantinopolis'i kuşatırken, Şeyh Akşemseddin Aya Sofya'da bekleyen Yavedûd isimli mübârek bir zât olduğunu görmüştü. Öldüğü gün şehir de alınacaktı. Fetih günü Aya Sofya'ya girenler nûrdan bir beden görmüşler ve Sultan namaza durmadan yeni caminin dehlizlerine naaşı gömmüşlerdi.



“Ardından bir de Aya Sofya tasvirine girişecektim ki Murdehay Efendi beni durdurdu. Lafı uzatmakla beraber bana verdiği asli işlerden de kaçmaktaymışım. Beni o geceliğine rahat bırakacağını söylediğinde rahatladım. Fakat, bir türlü huzur bulamayan rûhunun elbet bir gün karşıma çıkacağını duyunca kanım dondu. O günden beri içimde hep bir endişe vardır. Yeni yüzler, mekânlar, âdetler tanıyarak bundan sıyrılmaya gayret ederim."

_________________

a. Bu cümlenin son kısmı Poe'nun yaklaşık iki yüzyıl sonra yazdığı "A Descent into the Maelström"deki ("Maelström'e Düşüş") Norveçli ihtiyarın söylediklerini anımsatıyor:

"About three years past, there happened to me an event such as never happened before to mortal man --or at least such as no man ever survived to tell of --and the six hours of deadly terror which I then endured have broken me up body and soul."
1. Murat Belge'nin İstanbul Rehberi'nde Evliya Çelebi hakkında söylediklerini hatırlamak sanırım yeterlidir: "Söylediği hiçbir şeye inanmadan, ne yazdıysa okumak lâzım".


EK: METNİN OSMANLICADAN TRANSKRİPSİYONU**

Cemī‘i Yahūd ṭā'ifesiniñ mezār-ı meşādistānı Ḫasköy Daġları'nda beyāż çaḳıl ṭaşı gibi serber-zemīn olup yatarlar. Ġayrı yerde olmaḳ iḥtimāli yoḳdur. Üsküdār ve Ġalaṭa'dan cümle bu maḥalle getirirler ammā bir ḳaç senedir āām la‘īnleri iẕin verüp ġayrı yerde daḫi izn-i ākim ile meşādlı yapdılar. Ve bu Ḫasköy mezārlıları ḳurbında İne ayazma nām bir ‘ayn-ı zülāl vardır mahmūm-ı riba‘a mübtelā olan ādem yedi kerre nūş édüp ġasl étse ısıtmadan ḫalāṣ olur. Rūm ṭā'ifesinüñ ziyāretgāhlarıdır. Ḥaīrin ‘ālem-i ‘aşk olduġı bir maḥalde bir cum‘aertesi gécesi bu maḥaldeki Yahūdī mezārlıġı içinde "Gel ṭāli‘im gel" déyü nidā étdiġümde bir dīv ġūl-i beyābān āhir olup avfımdan "Yā Ḥāfıẓ" ismiyle firār édüp mezkūr İne ayazma içre ol géce (124b) pinhān olup bī-hūş olduġum sergüzeşt-i serencāmım inşā'allāh maḥallinde taḥrīr olunur kim bir ferd-i āferīdenüñ başına gelmemişdür.


_________________
** Kaynak: Orhan Şaik Gökyay (yayına haz.), Evliyâ Çelebi Seyahâhatnâmesi (1. Kitap, 124 a-b), İstanbul, YKY, 1996, shf. 176. Düzeltmeler bana ait.

7.10.07

Kayıp elyazmasının peşinde

Bir 17. yüzyıl silsilenâmesi.



Yaşanan uzun süreli paniğin ardından kütüphaneciler biraz sakinleşince beni kışkışlayarak bölümün belli olmayan bir tarihe dek kapalı kalacağını söylediler. Bu olayı takip eden haftalar boyunca elimden kaçırdığım metin hakındaki araştırmalarıma hız verdim. Birçok uzmanla yaptığım konuşmalar sonrasında şu sonuçlara vardım:

1) Elyazması tahmin ettiğim gibi sahteydi ve 17. yüzyılda Kâtib Süleyman tarafından üretilmişti. Enderun'da yetişen Süleyman, Saray'ın kâtiban sınıfının istinsahçıları arasında yer almış ve kıskançlıkla Mustafa Nâim'in Divân-ı Hümâyûn kâtipliğinden vakanüvisliğe kadar yükselişini izlemişti. Meslektaşlarının aksine, Padişah'ın beğenisine sunulacak eserleri çoğaltmak kendisini kesinlikle tatmin etmiyordu, çünkü gözü vakanüvislikteydi. Resmi tarihyazıcılığına adım atmasının mümkün olmadığını anlayınca, kendini sahte belgeler üretmeye vermişti. Dönemini sonralayan araştırmacıların bir kısmına belli konularda yanlış iz sürdürmeyi başarsa da, 18. yüzyıldan itibaren tezgâhladıkları yavaş yavaş ortaya çıkmıştı (Nâimâ'yı Mora'da kimin öldürtmeye çalıştığı ise hiçbir zaman açıklığa kavuşamadı).

2) 19. yüzyıl pozitivizminin gerektirdiği üzere sadece özgünlüğü kanıtlanan belgeler üzerinde emek harcandığından ötürü, Kâtib Süleyman'ın meydana getirdiği belgelerin korunmasına fazla önem verilmemişti. Eyüp Sultan'ın naaşıyla ilgili metnin bahsi 1801 tarihli bir çalışmada geçiyordu, fakat bugüne kadar benim birkaç hafta önce elimde tuttuğum elyazmasını okuyan olmamıştı! Metin iki yüzyılda efsanevi bir statü kazanmış, uzun bir süre arandıktan sonra da unutulmuştu.

Uzun bir dönemi sürekli bir şaşkınlık haliyle geçirdim. Kütüphanede aldığım notları tekrar tekrar okudum, tüm bunlar bir hayal ürünü olamazdı! Madem iki yüzyıl sonra elyazmasını tekrar okuma şansını elde eden kişi bendim, bunu kanıtlama imkânım nasıl esrarengiz bir biçimde uçup gitmişti?

Millî Kütüphane'nin 15 yy. Doğu elyazmaları bölümüne kaybolan belgenin referans numarasıyla geri döndüm ve hiçbir şey olmamış gibi gerekli kâğıtları doldurarak istekte bulundum. "Yarım saat sonra mösyö" dediler, masamda beklemeye başladım. Zaman dolduğunda gişeye geri döndüm, elyazması bulunmuştu! Hiç istifimi bozmadan hemen yerime oturdum ve kitaplığın her elyazmasına istisnasız olarak giydirilen siyah cildin kapağını çevirdim: Önümde, Bosna'da kahramanca savaşmış bir paşaya II. Mehmed tarafından Manisa yakınlarında emekliliğinde geçimini sağlayarak asker yetiştirmesi için bahşedilen arazinin, paşanın ölümüne kadar geçerli vekâletnâmesinin bir kopyası vardı!

Derhal bölümün sorumlusuna giderek geçen ay kaybolan elyazmasıyla ilgili gelişmeleri sordum. Neden bahsettiğimi hiçbir şekilde anlamadığını ve böyle bir hataya izin vermeyecek kadar titiz çalıştıklarını söyledi. Hikâyemi anlattıktan sonra, aynı numarayla farklı belgelere birkaç haftalık bir süreyle ulaşmış olmamda şaşılacak birşey olmadığını, çünkü envanteri yenilediklerini belirtti. Yeniden düzenlenmiş katalogları birlikte tarayarak Kâtib Süleyman'ın metnini aradık, ama nafile. Kütüphaneciler büyük olasılıkla komplo teorileriyle uğraşan ve aradıklarını bulamadan kös kös geri dönenlerden olduğumu düşünmüş olmalılar.

O gece oldukça huzursuzdum, tüm bunların ne anlama geldiğini düşünerek sabaha karşı uykuya daldım. Gördüğüm kâbusun gerçekliği konusunda en ufak bir tereddütüm olmadı, hayal ürünlerinin gerçek hayatla bütünleştiğine tanık olduğum hayatımın bu evresinde. Lâle şeklindeki türbanı, bakımlı uzun sakalı, lacivert atlastan kaftanıyla Kâtib Süleyman konuşuyordu. "Şek ile yakîn zail olmaz (kuşku gerçeği ortadan kaldırmaz) der hukukçular, demek sende öyle mübârek bir şüphe varmış ki (senin de sayende) gerçekliğin bir parçası haline gelen sahte belgemi yok ediverdi", iğrenç bir kahkaha atarak devam etti:

- Yazının ve kütübün nelere kadir olduğunu gördün, tarihin akışını olmasa da gelecekteki yazımını değiştirebilirsin. Benimle olduğunu söylemen kâfi!

*

Beş yıl sonra Semerkand'a gittim. Uluğ Bey medresesinin etrâfına tüneyen tarihi eser kaçakçıları yabancı olduğumu saptayınca birkaç aşamada benimle konuşmayı denediler, elyazmalarıyla ilgilendiğimi öğrendikten sonra içlerinden birini benimle yalnız bıraktılar. Bu insanlara karşı tutumum hep ikircikli olmuştur, her zaman polise haber vererek eserleri müzelere geri kazandırmakla kendim sahiplenmek arasında kalırım. Bu kez tercihim ikincisinden yana oldu. Birlikte eski şehrin sınırları içinde kalan köhne bir binanın bodrumuna indik. Birkaç yıl önce sarartılmış papirüslere çiziktirildiği çok belli olan minyatürlü hikâyelerin arasında Kâtib Süleyman'ın kayıp elyazmasına rastlayacağımı asla tahmin edemezdim. Kalbim duracak gibi oldu, ama bozuntuya vermedim, fazla heyecan bana pazarlıkta kaçınılmaz olarak kaybettirirdi. Çok fâhiş olmayan bir fiyata kotardığım belgeyle bir an önce oradan uzaklaşmak üzere yola koyuldum. Üç saat sonra izimi kaybettirdiğimden emin olunca, otelime geri döndüm, ama şehri hemen terk etmedim.

Ertesi hafta elime geçen bir gazetede, resmi makamlara Semerkand'da yıllardır kök söktüren bir tarihi eser kaçakçılığı şebekesinin tüm üyelerinin arkalarında hiçbir mesaj bırakmadan topluca intihar ettiklerini okudum.

6.10.07

15. yüzyılda aylaklık ya da kütüphanede bulunamayan huzur

Nizami'nin Leyla ve Mecnun'undan bir minyatür, Timurlenk Afganistanı, 1432 tarihli.


Geçenlerde Paris'te konuşlanan Millî Kütüphane'de (Richelieu siti) 15. yy. Doğu elyazmaları bölümünde, sahte olduğundan ve yanlış klase edildiğinden şiddetle şüphelendiğim şu belgeyle karşılaştım:

"İstanbul'un fethinin ardından Eyüp Sultan'ın naaşını bulmakla görevlendirilen kafilede bulunuyordum. Diğerleri bazı metinlerde bahsi geçen bölgeleri eşeleyedursun, ben arama çalışmalarının ikinci gününde, Dördüncü Haçlı Seferi'nde şehir surlarının yanı başında can verdiğini tahmin ettiğim bir askerin kemiklerini keşfetmiştim. Ne yazık ki o dönemde Karbon 14 türü yöntemlerle bu varsayımı doğrulamam imkânsızdı. İtalyan sitelerinin emrindeki paralı askerlerden olmadığından emindim yine de. Rumların sırrını yüzyıllar boyunca korumayı başardıkları, güherçile ve bitüm karışımından elde edilen ve özellikle su üzerinde kullanılan Bizans ateşiyle ("græcus" diye de bilinir) yandığını sanıyordum.

"Kendisine cennette sağlanacak yerde Mesih'le kuracağı bağlara dair boş vaatlerin etkisinde Konstantinopolis'in yolunu tutmadan, büyük ihtimalle Normandiya'daki ailesini köyün papazına emanet etmişti. Şehit mertebesine yükselişiyle birlikte köyündeki rakiplerinden en bonkör teklifi yapan da, dul bıraktığı eşini sahiplenmişti muhtemelen. Mal varlığının bir kısmı da şüphesiz ailesine seferde olduğu süre boyunca koruma sağladığı gerekçesiyle köyün papazına gitmişti, hayır işlerine harcanmak üzere.

"670-72 Arap kuşatmasında burada düşen Ebu Eyüp Ensari'nin naaşını bulduğum yalanını söyleme cesaretini gösteremeyerek, kazdığım çukura kemikleri yerleştirdim ve üzerlerini toprakla örttüm; kısa günün kârı ise sabah bulduğum altın Bizans sikkeleriydi ("Basileus tôn Romaiôn"), tam 3 nomismata!

"Sultanımızın zât-ı şâhânelerinin (El Muzaffer Daima!) erkânından fethin ertesinde geldiğini sandığı bir vahiyle bizi şehir surlarının ilk delindiği (Cenevizliler sağolsunlar) noktada Peygamberin yoldaşını aramaya yollayan şeyh, bu kez kendi gelmeye karar verdi. Aya Sofya'da kıldığı yatsı namazının ardından, imparator kapısından dünkü ılık ve hafif esintili yaz gecesine çıkarken, aniden irkilerek geri dönmüş ve Aya Sofya'da kimsenin karşı koyamadığı gibi bakışlarını yukarı kaldırdığında beliren Pantokrator İsa'nın Ensari'yi nerede bulacağını söylediğine şahit olmuştu. Bu benim Haçlı Norman'ı gömdüğümün ertesi günüydü. Şeyh eliyle koymuş gibi eski Kaligaria kapısının kuzeyinde aşağı yukarı benim Norman'ı gizlediğim noktayı işaret etti. Gösterdiği yerin açılmasını emretti ve orada bulunanlar gözlerine inanamadılar. Şeyh böylece Başmüneccimliğe terfi etmişti. Neyse, hikâyenin geri kalanını biliyorsunuz, daha sonra önemli bir hac yeri haline gelecek türbenin inşası, vesaire vesaire.

"Şeyhin çıkarttığı kemiklerin Norman'a ait olup olmadığını doğrulamak üzere Ayvan Saray tarafından şehir surları dışına çıkmaktan her zaman istinkâf ettim. Bu tedirgin edici konuyu müphemiyette bırakmak en iyisiydi.

"Kendimi din dışında neyi tinsel bulduysam ona verdim. Mûsikîyle uğraştım. Bir sonraki senenin Safer ayında "Bir beste olarak ezan: diyanet işleri dışı bir tetkik" başlıklı bir risâle kaleme aldım. Bol olan boş vaktimde risâlemin nüshalarını mümkün mertebe çoğaltıyor, daha sonra da müsait ve tenha oldukları vakitlerde (bu tam da Rumların "kairos" dedikleri şey olsa gerek) camilere sızıyor, imamın odasındaki elyazmalarının arasına usûlca bırakıveriyordum. Ulemâ ile başımın derde girmesi için fazla beklemem gerekmedi. Karşısına çıkarıldığım Galata kadısı beni Sırbistan cephesine (kışın ortasında) sürülmekle cezalandırdı*. Huzurlarından çekilirken, rahmetli pederimi tanıdığı için (Edirne'de aynı medreseye gitmişlerdi) bir defalığına müsamaha göstererek bu hükme vardığını ekledi [...] "


Gün boyunca hiç rastlamadığım bir kütüphaneci başımda dikilmiş, kapanış saatinin geldiğini haykırmaktaydı. Gerçi hakkı vardı, ama okuyamadığım bölümlerin fotokopisini çekmeme izin vermesini beklerdim en azından.

Bir ay sonra okumama geri dönebilmeyi umarak 15. yy. Doğu elyazmaları bölümüne tekrar gittiğimde, önce özel iznimle ilgili sorunlar çıkarıldı. Geçen defa teslim etmek zorunda bırakıldığım elyazmasını tekrar istediğimde, yaklaşık bir saat boyunca günün ilk okuyucusu olduğum salonda kütüphaneciler arasında büyük bir kaos yaşandı. Neler olduğunu sorduğumda, önce cevap vermek istemeseler de, sonunda göz atmak istediğim eserin kaybolduğunu itiraf etmek zorunda kaldılar.

(Devamı yakında)
______________

5.10.07

Fütürizm* üzerine düşünce fragmanları

Gino Severini, Silahlı tren, 1915.

- [...] zaman ve mekânı bireyden bağımsız, aşkınsal (transandantal), zorunlu ve objektif bir gerçeklik olarak değerlendirmek pek de tutarlı sayılmaz, çünkü tam aksini kanıtlamak da mümkün. Zaman ve mekânın gerçekliği ve varlığı, zaten bireysel algının kendi öznelliği sayesinde gerçeklik kazanmakta. Yani, evrensel olan bu gerçekliğe ve sonsuzluğuna asgari düzeyde bir nesnellikten dahi yoksun olarak ulaşılabilir. İnsan her ne kadar sonlu bir varlık halinde ortaya çıksa da, varoluşu sonsuz nitelikteki zaman ve uzamın kaçınılmaz bir parçası. Dolayısıyla, sanatsal yaratımı da öyle kabul edilebilir. İster istemez sonsuzlukta konumlandırılan bireysel yaratıcılığın da, kendini güçlendirmek adına her türlü gerçekliği mümkün kılan ve sübjektif algı tarafından varolması sağlanan zaman ve uzamdan kendini soyutlamasının pek bir manası, daha doğrusu imkânı yok.

- Fütürizmin günümüzdeki uzantıları, Maleviç tablolarının ya da Mayakovski şiirlerinin çok daha ötesinde. Bu düşünsel plandaki bir tür kalıtsallık. Basit bir fikirler tarihi arkeolojisi yürütüldüğü takdirde, günümüzde Shoah'nın ya da insanlığa karşı işlenmiş diğer suçların inkârının, "insanlığın" tek ilacının savaş olduğunu savunan ve İtalyan faşizmiyle sıkı bir işbirliğinde bulunan ilk dönem fütüristlerinin tüm geçmişi imha etme çabasıyla büyük benzerlikler taşıdığı görülecektir (Mussolini'nin Roma İmparatorluğu'nun ihitişamını geri getirme arzusuna değinilerek kısmen haklı bir itirazda bulunulabilir, ama faşizmin baştan aşağı yeni bir insan yaratma hırsı unutulmamalı). [...] geçmişin içeriğinin ve yaşanan ana tesir etmekte olan sonuçlarının lağvedildiğine inanmak, en iyi ihtimalle kendine birtakım masallar anlatmaya çalışmakla özdeşleşebilir. Mutlak olgular ve tarihsel bellek üzerinde girişilen deformasyon, inkâr, çarpıtma, hiçe indirgeme çabasının tahribatı özellikle vicdanlar, masum dimağlar ve bulundukları anı yaşamaya çalışanlar için devasa boyutlarda.

- Ancak fütürizm, sadece ilerleme adına kendini sürekli bir yenileme ve gelişme sürecinde bulunan, insanlığa hizmetin fazlasıyla ötesindeki teknolojinin süratiyle ilgili iddialarında büyük ölçüde haklı çıktı. Sınırsız ve ebedi, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin düşünce ve siyaset için erişilmez bir hale gelen ve ancak onlarca yıl geriden takip edebildiği sürati bu. [...] öncelikli varoluş nedeni ilerleme için ilerleme olan ve saldırgan bir yayılmacılık izleyen ve dünyayı görece düzeyde şekillendirmekte olan türde bir teknoloji söz konusu.

- [...] 1909 bildirisinden bir yy. sonra bugün fütürizm, yıkımını kurduğu tarihin bir parçası artık. Başka türlü dendikte, günümüzde yeni bir akım, benzer bir tutum sergilemek istese, kurtulacağı ve yerle bir edeceği geçmişin bir parçası da aynı projenin öncüsü fütürizm olurdu. [...]


____________________
* Burada Marinetti'nin 20.02.1909 tarihinde "Le Figaro"da yayımlanan "Fütürizm Manifestosu"nun belli maddeleri esas alındı.

4.10.07

Türk devlet geleneğinin devamlılığı ve hâlâ güncelliğini koruyan bir dörtlük


"Belimizde kılıcımız kirmâni
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
"

Dadaloğlu

25.9.07

Bir dizgi hatası


Kâh yağmur vardı, kâh karanlık dışarıda. Kapıyı çalan arkadaşımı içeri almakta hiç de acele etmediğimi hatırlıyorum. Sırılsıklam yağmurluğundan yerlere akan su damlacıkları ve gökgürültülü gecenin sokaklarından getirdiği çamurlu ayak izleri apartman görevlisini hiç de memnun edeceğe benzemiyordu.

Çatı katındaki dairemde kabuğuma çekileli birkaç hafta olmuştu. Dış dünyayla ne ölçüde kesebildiğimi kestiremediğim bağlantılarıma bu ziyaret yeniden hayat vermişti ne olursa olsun. Kendimi son zamanlarda göreceli olarak daha üretken ya da daha az steril bulmaktaydım yine de, gizemli bir hava verme çabalarımın boşa çıktığı bu münzevi dönemimde. Şubat ayında çıkagelen bahar havası içimi ısıtmalıydı aslında, fakat böyle bir ihtiyaç hissetmiyordum.

İçeri buyur ettiğim arkadaşımla birbirimize pek bir söz söylemeden, sanki üzerine düşünülebilecek tüm varoluşsal sorunlar hakkında yeterince kafa patlatmış ve mümkün olan tüm bilgilere ulaşmışçasına bir süre bakışarak o günkü ikinci sigara paketimi bitirdik. Masamdan kalkıp aynada kendine baktı uzunca. Hayır, kendini seyretmekten zevk aldığından ya da ben gerçekten ben miyim diye aptalca bir soru sormak için değil. Olmak istediğine ulaşmaktan ne kadar uzak olduğunu görmek istiyordu. Her zamanki yağlı ve kepekli saçları, belli belirsiz uzayan sakalı ve tüm yalnızlığıyla karşımızdaydı. Aynada hemen yanında yerimi aldım.

İkimizden de ayrışan bir parça yoktu, kendimizi ötekilerde gördüğümüz gerçeğini saklamayı beceremiyorduk sadece. Sıkıntılarımızı diğerlerine yansıtmayı beceremediğimiz gibi. Bana sahip olmak istediği sevgilinin hayaliyle yaşamanın ne kadar güçten düşürücü olduğunu anlattı. Onu dinlemeye koyuldum: "Sahip olmayı kurduğum sevgilinin hayaliyle yaşamak beni güçten düşürüyor. Somut bir adım atmaksa kolay değil, ama boş hayaller ve yanılsamalarla daha fazla devam edemeyeceğimin farkındayım. Bu kuru cümlelerin ve görünürdeki mutluluğumun ötesinde saklı büyük sorunlara sahip olmalıymışım gibi geliyor. Sanırım daha fazla içime kapanmanın peşindeyim. {...} Kadınları tanıma çabasına girmekten vazgeçtim, kaç tanesini daha unutmam gerektiğini düşünüyorum şimdi, yeni bir birlikteliği mümkün kılmak adına. {...} Aradıklarım odamda değil, tabii ki dışarda. Bencilliğimi ve kendimi tatmin etme uğraşlarımı önemliymiş gibi göstermeyi bırakıp, kurtulamadığım bu boşluk ve sonsuzluğa yoğunlaşmalıyım. Norveç'e Munch'un izlerini takip etmeye gitmeliyim. Yalnızlığımı, doğanın sessizliğini, her ilişkide kendimi kurban olarak konumlandırışımı, boğucu kalabalıkların taşıdığı hikâyeleri düşünmeye ihtiyacım var."

Elimden geldiğince anlayışlı olmaya çalıştım:

- Güzel. Orjilerde aradıklarını bulamaman beni rahatlattı doğrusu. Aşk bir hedefse eğer, burada sahiplenme dürtüsünü sezinlediğinde arkana bakmadan kaçman gerekir. Demek istediğim, çözüm benliğini sevginden soyutlamakta olabilir. Herhangi bir aidiyetin yokluğunda toplu cinsel eylemlerde bulmaya çalıştığın ve daha evrensel bir boyutta olduğunu varsaydığın mutluluğu mutlak bilinmezlerde aramaya da lütfen kalkışma. Evet, burada ölümü kastediyorum.

Omuz silkmekle yetindi. Zaman ve uzamdan bağımsız, kendine yeter bir boyutta yaşadığımıza inanmakta her zamankinden daha ısrarcıydı.

13.9.07

Genç bir dişçiye mektup


"Meslekler ya sanat kökenlidir ya da bilim. Sanatçılar estetik için uğraşır. Onların fonksiyon kaygıları yoktur. İçimizde güzel duygular uyandıran Venüs heykelinin bir bardak su getirmesini kimse beklemez. Bilim adamlarıysa bizim hoşumuza gidip gitmemesiyle ilgilenmeksizin sadece gerçeği bulmakla meşguldür. Sonra da bulduklarını insanlık yararına fonksiyonel hale getirmeye çalışırlar. Estetik pek dertleri değildir {...} diş hekimliği denen bu eşi benzeri olmayan meslek, sanatla bilimi buluşturur. Diş hekimi hem sanatçı hem bilim adamıdır. {...} Dişlerden önce ruhlara dokunur. {...}" gibi ifadeler kullanarak gelecekte muhtemelen icra edeceği meslek olan dişçiliği kendine göre de son derece haklı nedenlerden ötürü yücelten bir arkadaşıma yazdığım cevap metninin tamamını aşağıda aktarıyorum:


"Öncelikle severek yapacağın mesleği şimdiden seçmiş oluşunu görmenin çok sevindirici olduğunu söylemek istiyorum.
Eğri oturalım doğru konuşalım gibi saçma bir cümle sarfetmek ya da bilim ve sanat dallarının Aristocu bir sınıflandırmaya tâbi tutuluşunun ne kadar anakronik olduğunu açınlayarak ukalâlık yapmak bir yana, sanatla bilimi buluşturma çabana eklemek istediğim birkaç şey var; belli kavramsal incelikleri ve fark edilmesi pek de kolay olmayan bazı çelişkileri biraz açmaya çalışacağım.

İlk olarak, sanatçının bilimadamına kıyasla muazzam bir özgürlük alanına sahip olduğunu biliyoruz. Bilimadamının ve daha tikel bir düzlemde dişçinin kendini soyutlayamayacağı ve yaratıcılığının sınırlarını belirleyen birtakım nesnel veriler (öznelliğinin sınırlılığının nesnel bir olgu oluşu göz önünde bulundurulursa) söz konusu. Oysa, soyut sanatın mümkün tanımlarından birçoğu bu sözümona olgunun inkârına dayanmakta. Bu noktada dişçinin bir hekim olarak hastalarına karşı belli başlı ahlâkî yükümlülüklerinden bahsedebiliriz. Buna karşın sanatsal yaratıcılıktaki serbestlik her tür etik dayatmadan kendini bağımsız kılabileceği (ve kılması gerektiği) gibi, bu alandaki özgürlüğünü yalanı özümsemeye ve daha ötesine götürebilir.

Bunun ardından, sanattaki işlevsellik (fonksiyon) kaygısı sorunsalına kısaca değineceğim. Sosyal bilimlerde fonksiyonalist tezler 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinden beri geçerliliklerini yitirmiş olsalar da, sanat eserleri için herhangi bir sonluluk teşkil etmeyen işlevsellik konusundaki görüşler oldukça göreceli ve tam bir fikir birliğine varmaktan uzak olarak kabul edilebilir. Göz zevkini ve sezgisel ve ani estetik bilgisini geliştirmenin herhangi bir işlevsellik taşımadığını olumlamak pek de kolay değil. Sanat eserlerini gözlemlemenin ötesinde doğru da algılamanın öneminden ileri gelen bu olgu, sanatta yaratımın özünde olmasa bile, bu sözümona (sanat için hiçbir şekilde bir amaç oluşturmayan) işlevsellik sanat eserinin aleniyetinin beraberinde getirdiği sonuçlardan ayrılamaz diye düşünüyorum. Burada karşı bir görüş belirtmek için Marcel Duchamp'ın öncülüğünü yaptığı "ready-made" nesnelere (bkz. Duchamp'ın "Richard Mutt" adıyla 1917'de imzaladığı pisuvarı) dayalı kavramsal (konseptüel) sanattan bahsedilebilirdi, ama bu kadarıyla yetiniyorum.

Bilimin nesnel ilkelerine ve bulgularına dayalı bir meslek icra ederken dahi, insanın kendi öznelliğinin sınırlarının dışına çıkmasının mümkün olmadığını dikkate alırsak, bir dişçinin öznel yaratımının payının, mesleğinin işlevselliğine oranla pek bir önem taşımadığı söylenebilir. Amma ve lâkin, burada senin dâhiyâne inisiyatifin devreye girerek, tıbbi alanda meslek aşkından ve ilk günün coşkusundan ileri gelen şairaneliğin, tinsel ve yaratıcı çabaların pekâlâ mümkün olduğunu vurguluyor. Bu son cümlemin herhangi bir işlevi varsa şayet, bu da seni teselli etmesidir."

12.9.07

Bu bir yıldönümü


Bugün alışılmışın dışında bir stil kullanıyorum (yıllardır yazdığımı iddia ettiğim sanılmasın, kendimi alıştırdığım tarzın dışına çıktığımı söylemek istiyorum). Zaten bugün herhangi bir gün de değil. Salvador Allende ve hükûmetine karşı 1973'te alçakça yapılan darbenin yıldönümünü (11 Eylül) sonralayan başka bir darbenin yıldönümündeyiz. Şili'de ne yazık ki gerektiği gibi yargılanamadan geberen Pinochet'nin ölümünden sonra ilk kez darbenin ve askeri diktanın kurbanları anıldı.

Sürekliliği halen sağlanmaya çalışılan 12 Eylül'e karşı gözlerimi açmış olsam ve devasa bürokratik engellerin karşısında en azından düşünsel boyutta direnç göstersem de, bunlar elbette yetersiz.

Yakın geçmişte insanları idam etmek için yaşlarını büyütme cüretini göstermiş bağımlı yargı sisteminin çağ atlayarak kendilerini yargılayıp mahkûm edeceği güne kadar günümüzde halen yaşamayı becerebilen Evren ve birtakım darbe arkadaşlarının Pinochet gibi gebermemelerini temenni ediyorum. Bu gerçekleştiği takdirde kazanılmış tarihi ve simgesel bir zafer olarak addedilebilir, öyle de olacaktır. Fakat, faşizme (bu kelimenin enflasyonuna tepki göstermekle birlikte, mevzu-i bahs konuda farklı bir ifade kullanabilmem mümkün değil) karşı verilecek en kritik mücadele iç dünyalarda gizlidir, gündelik hayatın sıradanlığından ve duyarsız olunanlardan geçer; çünkü Bachmann'ın dediği gibi "faşizm atılan bombalarda başlamaz, iki kişi arasında başlar".

11.9.07

Konu dışı serbest çağrışım veya kadavralar üzerine


Lacan'ın bahsettiği, mutlaka bir yolunu bulup geri dönecek olan "usûlüne uygun gömülmemiş ölüler" ile Fransızcadaki "dolaba saklanan cesetler" (ilgilenenler için “les cadavres dans le placard“) deyişi (bir nevi halı altına süpürülmüş sorunlar silsilesi) arasındaki fark nedir? Tüm bunlar işte bu soruyla başladı.

Bu sözümona ifadeleri simgesel ve reel bağlamda incelemek pekâlâ mümkün. Ölüye karşı duyulması beklenen saygıya vurgu yaparak ne bir yere varabilir, ne de bu karşılaştırmanın güçlüklerinden sıyrılabiliriz. Her iki durumda da, ancak geçici olarak hasıraltı edilebilmiş sorunların er ya da geç su yüzüne çıkmaları söz konusu. Usûlüne uygun gömülmemiş ölülerde kalıplaşmış davranış biçimlerine çok vahim boyutlarda olduğu varsayılabilecek bir uygunsuzluk olsa da, ölülerin gömülü oldukları yadsınamaz. Usûlüne uygun gömülmemiş ölüler geri döndüklerinde, bu bir ölçüde kişisel intikamları olmakla birlikte, levazımatçıların veya ailelerinin kendilerine bilinçsizce ve sorumsuzca kazdıkları kuyuya düştüklerinin de apaçık bir göstergesidir. Dolaba saklanan cesetler ise büyük oranda ihmalkârlık ve sonuçları önceden kestirilememiş devekuşu politikalarından ötürü (burada biyolojik veya kimyasal faktörlere hiç girmeyeceğim, havasız ortamda oluşan çürütücü, bakteriyel ve asalak bilumum unsurun hücreleri yavaşça dağıtışından ve bu süreci hızlandırıcı aseptik etkiye sahip asit türlerinden hiç sıkılmadan bahsedebilecek olsam da) bir müddet sonra kokuşmaya başlarlar. Burada son derece basit bir saptamada bulunulabilir: dolaba saklanan cesetlerin asıl derdi gömülmektir ve gömütsel uzama geçiş için öncelikli olarak herhangi bir usûl arayışı içinde kesinlikle değildirler. Bu aşamada yüzlere çarpması, kafalara dank etmesi gereken nekropol özlemidir, kabristan arzusudur, olmayanın arayışıdır, ve bu bağlamda verilen mesaj imkânlar dahilindeki tek olasılık gibi görünen kokuşma olgusu sayesinde iletilir.

Usûlüne uygun gömülmemiş ölüler daha çok bilinçaltıyla ilintili vicdani bir baskı oluşturmakta ve her tür, yerli yersiz zombi korku ve fantezilerini beslemekteyken, dolaba saklanan cesetler kendinden soyutlanılması neredeyse namümkün bir somut olgu teşkil etmektedirler, yani bazı koşullarda içgörüye başvurmak gerekebilir. Kısacası, ilk durumda elimizde ahlâki ve zahiri bir görünüme sahip, mütemadiyen inkâr edilen bir ikilem varken, ikinci durumda ise tamamen kurtulunması gereken ve nasıl başa çıkılacağı da pek bilinemeyen, misafirlere "bu hafta iç çamaşırlarını yıkadığından emin misin?" sorusunu sordurabilecek pratik problemlerle karşı karşıyayız.

9.9.07

Sokaktaki adam


Onun için sokakta yürümek (birçok insanın beyinciğini kullanarak rahatça yerine getirebildiği bir eylem) büyük bir sorundu, huzurunu kaçıracak ve beynini saatlerce meşgul edecek derecede.

Tek başınayken, sık sık gün içinde, insanların caddelerde topluca, her zamanki gibi kayıtsızca yürüdükleri ve bir yerlere yetişebilmek için acele ettikleri veya böyle yapıyormuş gibi göründükleri bir günde, önünde yürüyen insanları geçebilmek için çabalayıp duruyordu, kendini rahatsız eden birşey vardı. Önünde yürüyenlerin kendisi tarafından izlendiklerini düşündüklerini sezinleyerek, bu garip düşüncenin yersiz çıkması için önünde kaldırım taşlarını rahatça görmeyi arzuluyordu. Nedense her zaman olmayanı arzuladığını, yapmakta olduklarını hiçbir zaman arzulayarak yaşamını sürdüremediğini hatırlayıverdi birden.

Bu tuhaf adamın peşinden gelenleri göz ardı etme hatasına da düşmemek gerekir. Bu insanların varlığı da ona takip edildiği hissini verirdi. Bu da tempolu ve sürekli yönünü değiştirerek yürümesine yol açıyordu. Sık sık tek başına yürüdüğü gibi, bazı bazı arkadaşlarıyla sokakları arşınlamak zorunda kalabiliyordu. Dostları rahatlamasını sağlasalar da, yanlarında birilerine çarpmadan yürüyebilmesi pek kolay olmuyordu. Bir keresinde istemeden çarptığı bir adamın hunhar omuz darbesi tarafından karşılanmış ve loş bir caddenin çamurlu zeminiyle acılı bir temas yaşamıştı.

Ne zaman dışarı çıksa, kendi kendine yarattığı, önemsiz görünen, fakat tüm gününü mahveden bir sorunla karşılaşıyordu.
Bu konuda birkaç kişiyle konuştu, ama verilen tavsiyeler işe yarayacak türden değildi. Ellerini ceplerinde tutması, kaldırım taşlarını sayması veya derin nefes alarak yürümeye devam etmesi gerektiği gibi, aptalca bulduğu ve daha önce de muhtemelen denediği tüm bu çözümsüz çözümler umursamazlıkla söylenmişti.

Keyfi yerindeyken, genelde müzik dinlerken, hava şartlarına uyum sağlamış ve etrafında gördüklerine hayran kalabilirken,
takıntılarından soyutlanmayı başarabiliyordu. Bunu her zaman yapabilmesi pek mümkün görünmediğinden kesin bir çözüm üretmeliydi.

Sonunda günleri sayılı saplantılarını yenmeyi başardı, takıntılarının tüm kozlarını kendine karşı kullanarak, herhangi bir dış mihraka başvurmaksızın.

Önünde yürüyenlerin arkalarında varlığını duyumsadıkları anda, takip edildikleri için paniğe kapılacakları ve kendisinden bir an evvel uzaklaşmak için büyük bir çaba göstereceklerine inanmıştı. Bulunduğu içinden çıkılmaz durumu yaratan paranoyasından kurtulmayı, bu yersiz korkulara aslında ötekilerin sahip olduğuna kendisini ikna ederek becermişti. Gerçekten de (bir devekuşunun olup olmadığı önemsiz) kafa sağlığına kavuşabilmişti, gerisi ötekilerin sorunuydu.

25.8.07

Kâbus istasyonları



"Tarih, uyanmaya çalıştığım bir kâbustur."

James Joyce

Soğuk ve bulutlu bir Paris sabahında, babamın bir arkadaşından ödünç aldığı arabada,bir yolculuğa başladığımı hatırlıyorum. Babam, daha önce hiç görmediğim, geniş, gri ve kasvetli binaların bulunduğu,bomboş ve upuzun bir sokağa saptı. Bu sokağın sahipliğini, büyük bir ihtimalle işçiler ve göçmenler üzerlerine almışlardı.

İyi bir şoför olduğu izlenimini bende o güne kadar bırakmış olan babam, direksiyonu bir sağa bir sola kırarak, yol kenarındaki duba ve çöp tenekelerini büyük bir kayıtsızlıkla deviriyordu. Yolculuk boyunca ona ilk kez bir şey söyleme ihtiyacı duydum:

- Baba, lütfen hemen dur! Ben bile senden daha iyi kullanabilirim.

- Bir şey yok, kes sesini lütfen!

Her şey, yeniden eski ve sıradan haline döndü. Bu sokağın daha ne kadar süreceğini kendime sorarken; gözüme sol tarafımızda kurulmuş tahta bir perde ilişti. Tam bu sırada, babam gaza basarak bu tahta perdeyi yıktı. Perdenin arkasındaki insanları fark edince bir çığlık atarak babamın onları ezmesini engellemeye çalıştım. Fakat, bu çığlık, üç insanın ezilmesini önlemek için fazla aciz kaldı.

Kalabalığın buna karşı hiçbir tepkisi olmadı. Bu insanlar, ellerinde pankartlarla, sağanak yağış altında, vebadan ölen yakınları adına geleneklere uygun cenaze törenleri yapılması için çabalıyorlardı.

O günlerde okumakta olduğum, Camus’nün Veba’sında geçen felaketin dehşet verici boyutlarını yeni özümsemeye başlıyordum.

Babamla birlikte yaptığım tatsız araba yolculuğuna geri dönelim. Ona protestocuları ezmeye hakkı olmadığını, kendisini tanıyamadığımı, berbat bir iş yaptığını söylememin, umursamazlığı üzerinde hiçbir etkisi olmadı.

Biraz ileride, sarı ve turuncu renkteki büyük torbaların bir arabaya yüklendiğini gördüm. Arabayla biraz yaklaşınca, bu torbaların içinde veba kurbanlarının bulunduğunun ayırtına vardım. Bu anda duyduğum dehşeti ve Camus’nün anlattıklarını daha iyi algılamanın üzerimde yarattığı şok etkisinin boyutlarını anlatamam. Aniden, kafamın içinde bir ses duydum:

-Bu olanların sona ereceğinin ve gerçekdışılığının farkındasındır. Bu yüzden sana istediğimiz kadar acı çektireceğiz.

Kendimi bir anda arabanın dışında, bu bitmez tükenmez sokağın ortasında buldum.

Kaldırıma oturup, kendime gelmeye çalışırken, sokağın karşısında kahverengi gömlekli, kıvırcık sarı saçlı bir adamın beni çağırdığını gördüm. Ona yaklaşmamla gömleğinin üzerindeki gamalı haçı fark ettim. Karşımdaki kahverengi vebaydı!

Beni, önünde durduğumuz apartmana soktu. İçeri girdiğimde, burasının bir lokanta olduğunu anladım. Üzerlerinde çatal, bıçak ve bardakların dizili olduğu, yeşil örtülü masaların oldukça sıkışık gösterdiği tenha yemek salonuna, girişteki merdivenlerden bir süre baktım. Sonra, üst katlara çıkmaya karar verdim.

Tahtadan yapılmış, bordo renkli merdivenlerden çıkarken, her katta, kahverengi vebanın buradaki tek temsilcisi olduğuna inanmak istediğim adamla karşılaşıyordum. Bir bakışmadan sonra hemen gözden yitiyordu. Beni hiçbir yere götürmeyen merdivenlerdeki onuncu karşılaşmamızdan sonra, kendisinden hiç beklemediğim bir kibarlıkla ve düzgün bir Fransızcayla, tuvaletleri görmeyi arzu edip etmediğimi sordu.

Hiç düşünmeden olumlu yanıt verdim. Onun kaz adımlarına uyarak, geçtiğim yerlere dikkat etmeden yürürken, tuvalete gitmeye gerçekten ihtiyacım olduğunu anladım, ve yine o sesi duydum. Bana takip ettiğim bu adamın benimle çok yakın gelecekte girmek istediği eşcinsel ilişkiye hazır olmak zorunda olduğumu söylüyordu. Bunu pek ciddiye almadan, kendi kendime mümkün olabileceğini söyledim.

Beni bir kapıdan içeri itip, bir daha geri dönmemek üzere ortalıktan kayboldu. İçeride, gözlerimi alan bembeyaz bir ışık ve bayıltıcı bir alkol kokusu vardı. Bir süre gözlerimin ışığa alışmasını bekledikten sonra sola döndüm; siyah beyaz parke taşlarından oluşan zeminin üstünde, siyah lekelerle kaplanmış bembeyaz duvara dayalı, beş tane siyah ameliyat masası gördüm. Sağ tarafta ise, üzerleri sarı ve kırmızı lekelerle kaplı beyaz çarşafların üzerlerine örtülmüş olduğu bedenleri gördüm. Bunlar vebanın kurbanlarıydı!

Yüzü halen açıkta olan ve çok kısa bir süre daha yaşayabileceğini anladığım, kalın ve kara kaşlı, kel, orta yaşlı, iki elinde de henüz ölmüş birinden veya kendisinden çıkarılmış kanlı organları sıkıca tutan, yüzünde büyük bir anlamsızlığın hakim olduğu bir adam, yanı başımda hafif bir inilti çıkararak, kana buladığı, siyah, tahta masada uzanıyordu.

Gözümle pisuarları aramaya başladım. Birkaç adım ötemde bulunan bedenlerin kime ait olduğuna bakma cesaretini kendimde bulamıyordum. Odanın diğer ucunda, paslanmış üç pisuar gözüme ilişti. Biraz yaklaşınca, bu kahverengi izlerin pas değil,kurumuş kan olduğunu anlamamı sağlayan, kafası bu duvarlara vurularak öldürülmüş bir insanın görüntüsü gözümün önüne geldi. Büyük bir irkilmeyle, arkama dönerek koşmaya başlamıştım ki, sol tarafımda ellerinde organları halen tutmakta olan adam, büyük bir çığlık kopararak, gözleriyle karşı tarafındaki boş masanın üzerinde duran metal bir tası işaret etti.

Tası hemen yakalayıp, midesine doğru fırlattım. Tası fırlatmamla, elindeki organları yere düşürüp masadan devrilerek acı içinde can verdi. Sebep veya şahit olmuş olduğum en kötü olaylar arasında hemen başa yükselen bu facianın ardından, nereden geldiğini anlayamadığım boğuk bir ses:

-Doktor Mengele geliyor, dedi.

Evet! Bu, hakkında insanın kanını dondurucu hikayeler anlatılan, dünya üzerindeki cehennemi zenginleştirme çabası içindeki, o korkunç, hasta Doktor Mengele’ydi!

Kaçma çabama kaldığım yerden devam etmek için davrandığım sırada, birden beyazlaştığını fark ettiğim zeminin üzerine kapaklandım ve ardından yüzümde siyah bir botun şiddetli darbesini duyumsadım.

*

Saatler sonra kendime geldiğimde, kendimi, çok yalın, fakat vahşi görünen, etraflarındaki yapıları oluşturan taş ve granitin uysallaştırmış olduğu ağaçların çevrelediği, zümrüt yeşili bir renge sahip, rüzgarın akıntısını hızlandırdığı bir nehrin kıyısındaki kahverengi bir bankın üzerinde buldum.

Ayağa kalktığımda üzerimdeki henüz kurumakta olan ve bana ait olmayan bir kanın oluşturduğu lekeleri fark ettim.

İki tarafında da arabaların park etmiş olduğu, upuzun, büyük iş merkezleri ve birkaç lokantanın bulunduğu, geniş kaldırımlı, reklam panoları, trafik ışıkları ve sokak lambalarının aydınlattığı, hiçbir canlı varlığı (ağaçlar hariç) görmenin ve hissetmenin mümkün olmadığı caddede yürümeye başladım.

Şehirdeki sessizlik, görülmemiş durgunluk ve gittikçe artmaya başlayan; daha doğrusu, yeni yeni fark etmeye başladığım yalnızlık çok boğucu, iç karartıcı, yaşamadığımı hissettirecek türdendi.

Özgür olduğumu anlamam pek zor olmamıştı, ama bugüne kadar hep onu elde etmek için mücadele verme çabası içindeyken, bir anda ellerimde bulduğum bu özgürlük benim için çok büyük bir anlam taşımıyordu. Ben bunun için mücadele etmemiştim.

Bağımsızlığımı, bağımsızlığımızı yok eden şeytani güçlerin yarattığı cehennemde özgür olmak, bu kavram için tamamen zıtlık oluşturuyordu.

Bir anda görüş alanımdaki tüm ışıklar söndü. Gecenin bu suni, belki de soyut sessizliğinde, yerde uçuşmakta olan sonbaharın kızıl yapraklarını ezerek yürürken, başımı yukarı kaldırdığımda, caddenin ortasında en az bir asırdır dikili ağaçların yapraksız dalları arasından ışıldayan yarım ayı görmek beni biraz sakinleştirdi.

Çok geçmeden, fazla uzak olmadığı belli olan bir yerden patlama sesleri ve yaklaşık yüz metre kadar ötemi aydınlatmaya başlayan alevlerin hayali görüntüsü gözlerimin önüne geldi.

Arkamdan yaklaşmakta olduğunu duyduğum, farlarını yakmamış bir araba, biraz önümde aniden durdu. Arabadan inmek için şoförün fren yapmasını beklemeyen, iriyarı, karanlıkta neye benzediğini kestiremediğim insansı bir yaratık, beni kollarımdan sürükleyerek arabaya bindirdi ve şoför patlama yerine doğru, yavaşça, yola devam etti.

*

Ellerimi arkadan bağlayan, kırmızı burunlu, deri ceketli, asık ve geniş suratlı, ahmak bakışlarını sertleştiren kirli sakalıyla uyumlu bir renge sahip gözlerini, acil bir müdahaleye ihtiyaç duyan, turuncu ve yoğun alevlere diken bu adamla konuşma gereğini duydum. Artık birileri bana neler olduğunu açıklamalıydı. Sıradan, ama açık sorumu sordum:

- Kimsiniz, nereye gidiyoruz ve patlama hakkında bir bilginiz var mı?

Cevap gelmedi. Yorgun ve zayıf bakışlarını bana doğrultmakla yetinerek, cebinden siyah bir flüt çıkardı. Kendisinden hiç beklemediğim bir ustalıkla, fazla karmaşık olmamasına rağmen, zengin ve hüzünlü bir melodi çalmaya başladı. Almak istediğim cevapların yarattığı beklenti, yerini melankoli ve hayallere bırakmıştı. Bir virtüöz olduğuna neredeyse inanacağım bu adamın çaldığı şarkı, bana, yorucu bir günün ardından eve yalnız ve yatağıma biraz sonra kavuşacak olmanın verdiği huzurla döndüğüm günlerde, tüm vücudumu saran nane kokulu sarı çarşafların arasına kendimi bırakıp, gevşemeye başlarken, gözümün önünde canlanan, sevdiğim kızla dans edişimin hayalini anımsattı, yaşam güvencemin elimde olmadığı bu anda, ancak karamsarlıkla hatırlanabilecek, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeydi bu.

Duygusal kaygılarımın önündeki öncelikleri doğuran, tehlike ve gizem dolu bir durum söz konusuydu.

Tütün kokusuna boğulmuş, deri koltuklu bu arabanın, yanında oturduğum sol kapısının kilitli olmadığını fark ettim. Müzikalitesi düşmeye başlayan ezginin eşliğinde, dişlerimle kimseye fark ettirmeden kilidini açtığım kapıya omuz atarak, temiz hava ve asfalta tekrar ulaştığım sırada, arkamdan aniden savrulan bıçak, ellerimi bağlayan iplerden de kurtulmamı istemsiz bir biçimde sağlamıştı. Yere düştükten kısa bir süre sonra omzumun kırıldığını anladım. Bu, bana acıdan çok, uyuşma hissi veriyordu.

Şoförünün yokluğumu geç fark etmiş olduğu beyaz araba, geriye doğru ani bir manevra yaparak, bana doğru ilerlerken, kaynağının üstünden geçtikleri bir mayın olduğunu tahmin ettiğim, biraz öncekine çok yakın bir yerde ve daha şiddetli gerçekleşen ikinci patlama, kaçışıma rahatça devam edebilme fırsatını verdi.

Üzerinde yürümeye başladığım, beyaz taşlardan oluşan dar kaldırıma uzanmış, giysileri yırtık, küçük bir çocuk gözüme ilişti. O da beni görünce, ayağa kalktı, kıyafetiyle büyük uyumsuzluk gösteren göz boyayıcı, parıltılı ayakkabılarıyla, ağlarken tekmelediği paslı ve sürgülü kapıyı açtı. İçeri girerken, beni de çağırdı.

Girdiğimiz odada, killi toprağın üzerinde çürümeye başlayan saman yığınlarına uzanmış beş mahkum bulunuyordu. Giysilerindeki şeritleri belirginleştiren, baskın renk siyahı yüzlerinde de görmek mümkündü. Suratlarının yanı sıra, ruhları ve gelecekleri de kararmıştı. Beni gördüklerinde, birkaçı elleriyle soğuk ve çaresiz bir şekilde selam verdikten sonra, tekrar gri tavanı seyretmeye koyuldular.

*

Artık insanlarla iletişim kurmanın imkansızlığını biliyordum. İçinde yaşadığımız, yok olmaya ve çürümeye yüz tutmuş dünyadaki her insanın kendisine ait küçük dünyalar, iyimser hayaller de kayboluyordu. Kendimi ve diğerlerini “yaşayan ölü” gibi klişe bir kalıba sığdırmak bile artık olası değildi. Ne zaman yaşayabilmiştik ki, bu hayata ölü olarak devam edelim?

Babamla annemin tempolu konuşmaları, manevi düellolara dönüşen tartışmalarından sonra, etrafa dağılmış cam ve kristal parçalarını toplamak için, gecenin sessizliğini bozarak çalışan elektrikli süpürgenin acı verici sesini duymak istemediğimde başımı yastığımla sarışım gibi, etrafımda olup bitenlere kulaklarımı tıkamak istiyordum. Gözlerime mil çekilmesi, benim için artık ilkel bir Orta Çağ cezası değil, bir armağan niteliği taşıyordu.

Şahit olduğum adaletsizlik ve suçlar, bunlardan kendimi sorumlu hissetmeme neden olacak derecede ağır ve büyüktü. Bana karşı işlenen suçlardan ben yükümlü gibiydim.

Gördüklerimin bende bıraktığı derin iz, insanlığın üzerinde de sonsuza kadar bir leke olarak kalacaktı.

Ümit mi? O sadece Pandora’nın kutusunun dibinde ve işkencenin devamındadır.