21.7.08

Ankara düğünü izlenimleri (tren notları)


Geçenlerde "yazları cayır cayır yanan beton yığını" olarak da bilinen Ankara'ya, hayatımda gördüğüm en muhteşem tasarıma sahip davetiye üzerine (Çiğdem ve Çağlar'ın düğün davetiyesi -ÇÇDD-) bir düğün vesilesiyle gitmem gerekti. Beni tanıyanlar başkentten hiç hazzetmediğimi iyi bilirler (bu cümlenin de buram buram tecahül-i arif koktuğunun farkındalardır). Sıcaktan kavrulmanın olumlu yanları olmadığını söylemek ise büyük haksızlık olur. Tepemize dikilen şems, her ne kadar insanları perişan etse de, bizleri tesirinin tekeline alarak, Cumhuriyet usûlü Sovyet-Nazi-Faşist İtalyan mimarileri sentezinin dehşetine düşmekten kurtarıyor (bkz. Ayşe Hür'ün bu konudaki "Angora'dan Angara'ya Ankara" alternatif başlığını yakıştırdığım makalesi). Arabayla geçerek şehrin birbirini kuşatan belli başlı binalarına göz atarken de, Murat Belge'nin bir esprisini anımsadım. Ülkemizde kuvvetler ayrılığı pekâlâ vardır: Bunlar Hava, Deniz ve Kara olmak üzere üçe ayrılmakla birlikte sonradan bir de Candarma eklenmiştir. 

Ankara'yı sevmenin mümkün olduğunu yadsıdığım sanılmasın (bkz. Polyanna ya da İdil mahlasıyla imzalanmasının çok isabetli olacağını düşündüğüm, Voltaire'in Leibniz karikatürüne yaklaşan bir yazı). Ataları Birinci Haçlı Seferine dayanan bir Frank torunuyla karşılaşmak ilginç olabilirdi yine de.


Düğün yeri olarak aynı zamanda üniversite kampüslüğü de 

yapan (!) bir otel seçilmişti. Davet yerine gelince dikkatimi en çok çeken ve ilk muhatap olduklarım ismimi listeden kontrol ederek masa numaramı söyleyen hosteslerdi. Maalesef fazla meşgul ve profesyoneldiler, yine de akşamın en gerçek insanları arasında olduklarına şüphe yoktu. Bana uzatılan başarıvemutlulukdilekleridefterine yazmayı tasarladıklarım ev sahiplerinin yakın aile dostları olarak kendilerini tanıtan ebeveynimin makas darbeleri ve sansürüne maruz kaldı. Ne dilenen ömür boyu mutluluğun imkânsızlığından dem vurabildim, ne de işbu izdivacın kuyruklu yıldız altında gerçekleşmediğinden. 


Masalara geçilmeden çimler üzerinde küçük bir iştahaçıcıikramda bulunuldu. Yeşil alandaki davetli yoğunluğu, orada bulunan az sayıda kenenin telef olmasına yol açtı. Etraf doktor kaynadığından olası bir kene hücumu da o kadar tantana koparacak gibi değildi zaten. Çayırdaki bekleme esnasında önce şehrine zehirli su içiren belediye başkanı, ardından Nobelboykotçusu bir reis-i cumhur 

el-kadim, şatafatlı konvoylarıyla önümüzden geçtiler. Duyduğum kadarıyla tuhaf bir topluluktan bir ara bir alkış bile koptu. Ben de sesli olarak kısa zaman önce Bayburt'taki Yağcılar ilçesinin isminin değiştirildiğini (ki bu ülke çapında birtakım nominal sorunsallar doğurdu) ve beni Ankara'da ağırlayan arkadaşımın bu akşam umarım içtikleri sudan hastalanmayan dostlarıyla buluşmak istediğini hatırlatma ihtiyacı hissettim. 


Nedense gözlüklü/gözlüksüz, beyaz tenli, cebi şişkin, giyimineözengösteren, mühim şahsiyetler olduklarından emin ("sen benim kim olduğumu biliyor musun?"), karşılarındakileri belli bir ağırlığa sahip olduklarına kısmen ikna edebilen birçok sima tanıdık geliyordu, fakat her birini de ilk kez görüyordum. Bu durumun gerekçeleri üzerinde fazla vakit geçirmem gerekmedi; düzeniçi insanların hepsi birbirine benziyordu. Düğün, resepsiyon, kokteyl, vs. türü davetlerde yeni tanışan veya birbirleriyle çok samimi olmayanların aralarında nezaketen yaptıkları konuşmalar genelde gülünçtür. Yüzlerde mütemadi bir tebessüm ve kafa sallama hareketi asla eksik olmaz ve söylenenler de beni her zaman şu soruyu sormaya yöneltir: "Acaba herkes ne konuşulduğunun gerçekten bilincinde mi, belli bir repertuardan duruma uygun diyaloglar bulunup çıkarılıyor mu, yoksa tamalgı düzlemine geçiş yapmak ancak bir erkeğin bir hemcinsine sütyenini çok leziz bulduğunu söylemesiyle mi mümkündür?".  


Bana verilen yer, gençlere ayrıldığı söylenen masadaydı. Nitekim masa da söylendiği kadar gençti. Ama eski cumhurbaşkanı manzaralı olmasını hiç beklemediğimi belirtmeliyim. Masadaşlarımın bir kısmı oldukça sevimliydi. Ee, müzisyenin hali başka oluyor. Bir de beyaz yakalı Türkamerikan kesimi vardı ki, milliyetçiliklerine rağmen anadillerini Anglo-Sakson takviyesiyle konuşma yetkinliğine sahiplerdi. "Odama room service çağırmak zorundaydım", "O anda devastated oldum", "Otelin management'ı beni accept ettiğinde..." vb. cümleleri beni özellikle sevindirdi. 


Gecenin en büyük sürprizlerinden biri Norah Jones'luğunu takınarak sahne alan sevgili gelinden geldi. Klavyedeki damat ve kontrbas ve davuldaki arkadaşlarından oluşan trio bana karatavuktan sonra yeni bir kulakpasısilinmesi yaşattı. Ses sistemindeki sorunun sorumlusu olarak da masada yanımda oturan baterist, amatör basçının cızırtılarını gösterdi. Eğlenme ve dans etme görevi gereği piste gittikten beş dakika sonraysa müzik otel yönetiminin müdahalesiyle sona erdirildi; bahane olarak misafirler arasında yer alan asker taifesinin geceyarısını bir geçe başlayan tahammülsüzlüğü yutturuldu. 


Daha fazla uzatmadan dönüş yolculuğuna değinerek bitiriyorum. Yataklı Ankara ekspresinin lokantasını her zaman sevmişimdir. Bana bir tür "Orient Express" nostaljisi yaşatır. Akşamcıların çilingir sofralarına falan şimdi girmek istemiyorum, ki bu konuda neler neler anlatılır. Yemek salonunun neşe kaynağı o akşam Japon hanımlar ve onlara bazen gereğinden fazla samimiyet gösteren garsonlardı. Gelen her tabak büyük heyecanla karşılanıyor ve mutlaka dijital kamerayla fotoğrafı çekiliyordu. Sonra garsonlar cep telefonlarını çıkararak bu misafirperverlik ve yılışıklık arasında gidip gelen anları ölümsüzleştirdiler. Açılan ikinci küçük rakıyla da birlikte verilen pozlardaki kol ve öpücük sayısı gittikçe artıyordu. Tüm bunların doruk noktası, sempatik garsonların peçeteden yarattıkları gülleri hanımların kulak arkaları ve boyunlarının gerektirdiği özenle saçlarına iliştirmeleriydi. Bu satırları yazdıktan sonra kompartımanıma müteveccih olduğumda, lokantada son kalan masa onlarınkiydi (garsonların kendilerine birşeyler ısmarlatıp servisini de bizzat üstlendikleri gözümden kaçmadı). İlerleyen saatlerin nelere kadir olduğuysa meçhul. Her neyse, kısaca ben de Yahya Kemal gibi Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü severim. 

Hiç yorum yok: