19.10.08

İstisnorm: 'Marx 21. yüzyılda da entelektüel referans'


Sesonline (Paris) – Hayri Gökşin Özkoray

Paris'te 2005'ten beri düzenlenen “21. yüzyılda Marksizm” seminerinin bu yılki açılışı 18 Ekim Cumartesi günü Sorbonne'da
Michael Löwy'nin “Kafka ve Sosyalizm” konulu konferansıyla yapıldı. Löwy, güçsüz bireylerin egemen güçler karşısındaki konumunu betimleyen “kafkaesk durum”un günümüzdeki Guantanamo hapishanesi için de kullanılabileceğini belirtti.

Marx'ı siyasi boyutuyla yeniden değerlendirmeyi amaçlayan konferanslar dizisi, bir dönem Galatasaray Üniversitesi'nde de ders veren Paris 1 Panthéon-Sorbonne Üniversitesi felsefe profesörü
Jean Salem'in kurduğu 'Modern Düşünce Sistemleri Tarihi Merkezi' (Centre d'Histoire des Systèmes de la Pensée Moderne) tarafından düzenleniyor. Seminerin başlangıcında Karl Marx'ı 21. yüzyılda akademik evrende bir entelektüel referans olarak tekrar oturtma hedefinin altı çizildi.

"Kafka Bir Sosyalistti"

Kısa süre önce
Franz Kafka: Boyun eğmeyen hayalperest başlıklı yeni kitabını çıkaran günümüzün belli başlı Marksist fikir adamlarından Michael Löwy, Franz Kafka'nın (1883-1924) yapıtının gerek ortaya konuşu, gerekse algılanışı bakımından önem taşıyan politik yönü üzerinde durduğu bir konuşma yaptı. Sözlerine Kafka'nın sosyalist olduğunu vurgulayarak başlayan Löwy, yazarın kültürel kökenlerinin etkisiyle gençliğinde Prag'da “Alman Öğrenciler Birliği”ne üye olmasına karşın, bu derneğin şovenizmini tamamen reddettiğini hatırlattı. Marx'tan tek bir satır okumayan ve dolayısıyla Marksist bir sosyalist olmayan Kafka, Löwy'ye göre zaman zaman anarşizme de göz kırpan özgürlükçü sosyalizme büyük sempati duyuyordu. Franz Kafka'nın biyografisini yazanlar arasında çok az kişinin yazarın siyasi kimliğini tarihsel gerçekliğine sadık kalarak tanıttığını ve birçoğunun sosyalist eğilimlerini tamamen görmezden geldiğini belirten Löwy, Praglı yazarın siyasi eylemlerinin özellikle 1909-1912 yılları arasında yoğunlaştığını anlattı: “1909'da İspanya'da özgürlük savaşçısı Francisco Ferrer'in suikaste uğramasıyla ilk anarşist sokak eylemlerine katılan Kafka, günlüğünde ve dostu Gustav Janusch'la yaptığı konuşmalarda Rus teorisyen Pyotr Alekseyeviç Kropotkin'e sürekli göndermede bulunmayı ihmal etmiyordu. Aktif bir militan olmayan Kafka, Prag'daki anarşist hareketin toplantılarına bu üç senelik dönemde sıklıkla katıldı”.

1920 dolaylarında çağdaşı birçok anarşist gibi 1917 İhtilali'ne yakın ilgi duyan Kafka'nın bu konuda metresi
Milena Jesenska'ya 1920'de yazdığı mektuptan örnekler veren Löwy, Çekoslovakyalı yazarın Bertrand Russel'ın Bolşevik Devrimi'yle ilgili kaleme aldığı bir makalesini nasıl tartıştığını aktardı: “Russel'ın makalesini okuyunca büyük heyecan duyan Kafka, İngiliz filozofun despotizm uyarısına katılmadığından bu bölümü sevgilisine yolladığı metinden makasladı. Kafka'nın konumu, Russel'ın Marksizm-Leninizme getirdiği iki temel eleştirinin tam tersindeydi. Devrimi tüm dünyaya yayma hedefi kozmopolit bir kimliğe sahip Kafka için biçilmiş kaftandı. Bunun yanı sıra, Russel'ın Marksizme akılcı değil, dini bir karakter atfetmesi, insan türünün daha adil bir dünya inşa etme çabasının ruhani bir mesele olduğunu söyleyen Kafka'nın işine geliyordu”.

Kafka'nın anarşizme yakın düşünce çizgisini edebi eserlerinde birebir bulmaya çalışmanın büyük bir hata olduğunu kaydeden Löwy, yazarın otorite karşıtı ruh halininin roman ve hikâyelerinde ön plana çıktığının altını çizdi. İki kez ayrıldığı nişanlısı
Felice Bauer'e yazdığı mektuplarda sonsuz bir bağımsızlık açlığı çektiğini ifade eden Kafka'nın çıkış noktası Löwy'ye göre babasına karşı giriştiği başkaldırı. Bu noktada Löwy, Kafka'nın “Babaya Mektup”ta işlediği aile içi tiranlıkla, bir zamanlar bir parçası olduğu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Franz Joseph etrafında kurulu ataerkil yapısı arasında bir bağ kurulabileceğine değindi.

Siyasi kavramlarla değil, kurgusal durumlarla hareket eden Kafka'nın yarattığı karakterlerin gittikçe anonim ve birey-ötesi bir hal alan otoriteye maruz kaldıklarının üzerinde duran Löwy, dönüm noktasını oluşturan metin olarak “
Ceza Kolonisi”ni gösterdi: “Komutanına hakaret ettiği gerekçesiyle ölüm cezasına çarptırılan bir askerin idamının konu edildiği bu öykü bir Fransız kolonisinde geçer. Anlatıcı adaya yeni gelen ve küçük bir toplantı olarak tertiplenen idam törenine davet edilen yolcudur. Kafka, cellat olarak tasarladığı makineyi uzun uzun tasvir eder (ki baş karakter de idam makinesinin ta kendisidir). Ölüme hazırlanan askerin sırtına makine mahkûmiyetinin bir dövme gibi kazır: üstlerini onurlandıracaksın. Bu anlatı hakkında yapılması gereken tespitlerden ilki, Birinci Dünya Savaşı'nın üçüncü ayında (Ekim 1914'te) kaleme alındığıdır. İkinci Sanayi Devrimi'yle birlikte savaşın nasıl mekanikleştiğinin işlendiği bu metin, aynı zamanda sömürgeciliğin altın çağını yaşayacağı 20. yüzyılın başında kolonilerle ilgili radikal bir eleştiri taşıyan ender örneklerdendir. Anti-militarist olduğu konusunda fazla kuşku duyamayacağımız Kafka, 1916'da başlattığı imza kampanyasında sinir hastası gazilerin bakımı için psikiyatri hastanelerinin kurulmasını savunmuştu (sinirsel hastalıkların askeri dünyadaki makineleşmeden kaynaklandığını ima ediyordu). Babası tarafından bir böcek gibi görüldüğünden yakınan Kafka, Birinci Dünya Savaşı'yla birlikte bireylerüstü bürokratik, askeri, hiyerarşik iktidarın, insafsızlıkta babaerkil zorbalığın çok ötesinde olduğunu anladı”.

“Kafkaesk Durum”

İkinci Dünya Savaşı'nın ardından “
kafkaesk durum” ifadesinin günlük kullanımda yer ettiğini belirten Löwy: “Bu kavramı günümüzdeki Guantanamo hapishanesine kadar getirebiliriz” dedi. Kafka'dan önce sosyal ve siyasal bilimlerin her şeyi üst-yapıların, devletin gözünden araştırdıklarını ve otorite karşısındaki bireyle kesinlikle ilgilenmediklerini vurgulayan Löwy, eleştirmenlerin bu olguyu uzun süre gözden kaçırmalarına rağmen, Kafka okuyucularının kör ve kişilerüstü iktidar odakları karşısındaki mütevazı bireyin durumunu doğrudan yaşayan insanlar olarak son derece iyi anladıklarını söyledi.

Kafka'nın külliyatının analizinde en doğru saptamaların Marksist düşünür ve yazarlara ait olduğunu savunan Löwy, sözlerini
Theodor Adorno, Bertolt Brecht ve -Marksist olmayan- Michel Foucault üzerinden sürdürdü: “Adorno, Kafka ile sürrealistler (gerçeküstücüler) arasındaki benzerliği ve anlatılarının okuyucu üzerindeki etkisini, ilk sinema filmlerinde beyaz perdeden salondaki izleyicileri ezmek üzere çıkacakmış gibi duran lokomotif örneğiyle açıklar. Brecht, 1937'de modern Çekoslovakya edebiyatı üzerine yazdığı makalesinde, Kafka'nın totalitarizm -hem faşizm, hem de Stalinizm- konusunda müthiş bir öngörüye sahip olduğunda ısrarcıdır. Kafka'nın kehanetleri hakkındaki bu yaygın kanaate katılıyorum. Fakat, Kafka'nın öncelikle özgürlükçü bir sosyalist olduğu unutulmamalı. Dava'nın başında sabahın köründe polis tarafından yatağından kaldırılan Joseph K. anayasal ve adil bir devlette yaşadığına inanır, bir diktatörlükte falan değildir. Bu yüzden, Kafka'nın devleti sadece devlet olduğu için hedef aldığı söylenebilir ve bu okumayı herkes yapamasa da, Dava'da çok açık bir isyana teşvik vardır. Tabii ki, Kafka'nın çizdiği bireyi ezen, insanı temel almayan bürokrasi tablosu, Çekoslovakları Sovyetler Birliği yönetimi konusunda bilinçlendirerek, 1968'in Prag Baharı'nın tetiklenmesinde dolaylı bir rol dahi oynamıştır. Öte yandan, Kafka'nın “biyo-politika” konusunda, siyasi iktidarın insan vücuduna nasıl yaklaştığını tahlil ederek Foucault'nun çalışma ve dersleriyle derinleştireceği sahada ilk adımı attığını düşünebiliriz”.

Kafka'nın kapitalist sistem üzerine kurulu yönetim hakkındaki tespitlerinin, Sovyet bürokrasisiyle de örtüştüğünü görmeyi önemseyen Löwy, konuşmasını yazarın bireysel özgürlük hassasiyetinin yapıtındaki en belirleyici unsur olduğunu ileri sürerek bitirdi.

>>Daha fazla bilgi ve geçmiş senelerin arşivleri için bkz: http://semimarx.free.fr

http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa.php?KartNo=52263

Hiç yorum yok: